28 Ara 2006

BÜYÜK MENDERES VE BAFA'NIN ORTAK DERDİ


BÜYÜK MENDERES VE BAFA'NIN ORTAK DERDİ

Büyük Menderes Nehrinin kirlenmesi, son dönemde Bafa Gölü ile birlikte tekrar gündeme geldi. Gazetelerde ülkemizin "su fakiri" ülkeler listesine girdiği ve sonunda Iğdır'ın çöl olarak tescil edildiği, Denizli'nin ise kurakça iller arasında olduğu bildiriliyor.

Ülke olarak suyu yönetemediğimiz ortada. Ya selden ölüyoruz, ya da bugünlerde sanayi şehirlerinin ve kalabalık kentlerin yaşamakta olduğu gibi susuzluktan...

Büyük Menderes nehrinde ise kirlenme gitgide üst boyutlara ulaşıyor. Sulama amaçlı düzenlemelerde havzanın su düzeni bozuluyor. Havzanın Büyük Menderesin denize döküldüğü deltaya yakın yerlerdeki ovalara daha fazla su verebilmesi amacıyla barajlarda su tutulması düzeni ile oynanıyor. Aynı amaçla Bafa Gölü gibi evrensel bir cennete su verilmiyor. Bu nedenle gölde balık ölümleri ve su seviyesinde azalma-oksijen azalması meydana geliyor.

Bir başka yörede, Büyük Menderes'in taşkınlarının önüne geçmek amacıyla nehrin tabanı kazınıyor, kenarlarına moloz dökülerek set haline getiriliyor. Böylelikle Aydın Ovasında Büyük Menderes'in taşkınlarla getirdiği verimliliğe mani olunmuş oluyor. Verimliliğin kaynağı tek taşkınlarla ovaya yayılan alüvyonlar ve milli sudaki organik ve inorganik bileşenler değil, elbette.

Ovamızın verimliliğini sağlayan, Aydınımızı "ovasından bal akan..." bir il haline getiren en önemli etmenlerden biri de, Büyük Menderes Nehrinin sızıntı, taşın ve göl oluşturma şeklinde yeraltı sularını ve toprağımızın su dengesini oluşturması ve sağlıklı bir düzeyde tutmasıydı.

Şimdi bu denge, yapılan müdahaleler, kurulan setler, göllere moloz ve çöp atılmasıyla bozulmaya başlıyor. Zaten sızma olsa da Büyük Menderes'ten toprağa kirlenme de sızmışl olacak.

Büyük Menderes'in su kirlenmesi Bafa Gölünü ve çevredeki diğer sulak alanları da olumsuz etkiliyor.

Bunlar sadece "doğal yaşamın zararı" veya "çevrecilerin derdi" olarak görülebilir. Ama öyle olmadığı yarın ziraatte sorunlar yaşadığımızda, ovada su derdi çektiğimiz zaman ve Allah korusun, ovamızın bereketi gidince anlaşılacaktır.

Çözüm nedir? Nihai ve esas çözüm, fabrikalara ceza kesmek olmuyor. Zaten ceza da kesildiği yok. Belediyelere cezayı kim kesecek? Hem kimsenin vereceği üç kuruş cezadan korkup arıtma tesisi kuracağı yok. Daha sert tedbirler ne eski yasalarda, ne de yeni çıkan Çevre Kanununda yok.

Bugüne kadar bu konuda yapılan tüm girişimler, ya idare tarafından, ya da sivil toplum örgütleri tarafından yapılmış. Sonuç ortada...

Büyük Menderes Havzasında, yöneticileri, belediyeleri, sulama birliklerini ve DSİ Bölge yönetimlerini, bilimsel kuruluşları ve sivil toplum örgütlerini biraraya getirecek bir Büyük Menderes Havzası Konseyi kurulması şart... Çünkü havzanın tümünü içeren önlemler alınmazsa, tek başına Menderes'in şurasını burasını veya Bafa Gölünü kurtarmak mümkün değil... Bafa Gölü nehrin en ucunda... Oraya gelene kadar yapılacak çok şey var ve tüm yapılanlar, hem Bafa'ya hem de Aydın'ın tarlalarına nefes aldıracak.

Bu Konsey'in üniversitelerin ilgili kurum ve akademisyenlerine araştırma yaptırarak çözüm üretmesi ve çözümü dayatması şart...

Artık Büyük Menderes konusunda "bildiğini zannedenlerin" değil, gerçekten "bilen" bilimadamlarının sözünü dinleme zamanıdır.

Mehmet Ekizoğlu

AMERİKAN AVCISI İLE RÖPORTAJ



AMERİKAN AVCISI İLE RÖPORTAJ

Değerli okuyucu,

Avcılık bir çok Amerikalı için bir tutku… Kuzey Amerika’da yaşayan avcı, biz Türklerden daha çok avlanıyor ve daha fazla av hayvanı vuruyor. ABD’de 13 milyon avcı, avlakta yılda 228 gün geçirmekte, 200 milyon av yolculuğuna çıkmakta ve yaklaşık yılda 20.6 milyar doları avcılık amacıyla harcamaktadır[1].

Amerikalı avcı avlanmak için kapsamlı planlar yapmakta ve çok fazla efor sarfetmektedir. Amerikalı bir avcının ördek avlamak için katettiği ortalama mesafe 194 km.’dir1. Amerikan avcısı dünyada avcılık için en çok para harcayan avcıdır. Ortalama Amerikalı avcının yılda avcılık amaçlı harcamalarının toplamı 1.570 Amerikan Dolarını bulmaktadır.

Amerikalı avcı avcılık ve silahlarla ilgili kural ve kanunlara titizlikle uyar. Habitat ve yaban hayatı konusunda çok duyarlıdır. Boş zamanını ve parasını yaban hayatının korunmasına harcamaktadır. Amerikalılar, ördek avı pulu yoluyla sulak alanların korunmasına bugüne kadar 670 milyon dolarlık katkıda bulunmuşlardır. Her sene avcıların ödemiş olduğu federal vergilerden 200 milyon dolarlık kısım, Eyaletlerce yürütülen yaban hayatı yönetimi programlarını, avcılığa açılacak arazilerin satın alınmasını ve avcı eğitimi ve güvenliği kursları verilmesini desteklemek amacıyla, yerel teşkilatlara aktarılmaktadır. Korumacı avcı örgütleri her yıl binlerce dönümlük habitatı satın alarak ve/veya koruyarak yaban hayatının geleceğini korumaya çalışmaktadırlar.

Sonuç olarak, Amerikalı avcı hayatı boyunca, bizim gördüğümüzden daha çok çeşitli bir yaban hayatı görmek ve onarılmasına katkıda bulunduğu bu ekosistemde bizden daha iyi avlanmak ayrıcalığına sahip olmaktadır. Bugün ABD dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir geyik avı rakamına sahiptir. Bu ülkede korumacılık büyük bir başarı öyküsüdür. Avcılık geleneğinin Amerikan yaşamındaki önemi son derece iyi anlaşılmıştır.

Amerikan avcısı bunu nasıl başarmıştır? Onu bu kadar farklı kılan, duyarlı olmasını ve başarıya ulaşmasını sağlayan nedir? Bu sorulara yanıtı araştırırken Amerikalı avcının düşünüş biçimini anlamamız gerekmektedir.

---0---

Sayın Darrell Smith Amerikalı bir avcı ve korumacı. ABD’nin ortabatısı olarak bilinen Illinois Eyaletinin Champaign kentinde yaşıyor. 1947’de doğan Smith, İllinois Üniversitesi tarımsal iletişim bölümü mezunu. Halen ulusal düzeyde 500.000’lik tiraja sahip Farm Journal (Tarım Dergisi)’nin Koruma ve Makine Editörlüğünü yapmaktadır.

Darrell, askeri tarih ve Amerika tarihi konularında okumayı, eski country tarzı müzik dinlemeyi sevmekte; beyzbol maçlarını izlemekten ve bahçesiyle uğraşmaktan hoşlanmaktadır.

Mehmet Ekizoğlu – Sayın Smith, avcılık dünyasına nasıl girdiniz? Avcılık size ailenizden miras kalan bir gelenek mi?

Darrell Smith- Babam, dedem ve amcam avcıydı. Dolayısıyla avcılık bana aileden miras diyebilirim. Amcam ve dedemle hiç avlanamadım, çünkü ben yetişirken onlar artık çok yaşlanmıştı. Babamla da fazla ava gidemedik, zira son zamanlarında sağlığı pek iyi değildi, fakat o benim ilgimi çekmek için yeterli oldu.

ME- Ne tür av hayvanları avlıyorsunuz? Avını en çok sevdiğiniz tür ve en çok sevdiğiniz avlanma şekli nedir; en sevdiğiniz bir av günü nasıldır?

DS- Son beş yıldır çok fazla ava gidemedim, en azından kendi ölçülerime göre istediğim gibi avlandığım söylenemez. Her sezon yivsiz av tüfeği ile geyik avladım ve genelde her sülün sezonunda iki veya üç kere sülün avladım. Son üç yılda sadece bir kere yaban hindisi avına gittim, her ne kadar seninle yaban hindisi avı yapmak, kendi başıma avlanmak kadar keyifli, belki de daha keyifli olsa da. Daha fazla avlanamayışımın sebeplerine gelince... Gidebileceğim çok fazla avlanma yeri yoktu ve bana ait olan arazi de üç saatlik mesafede... Haftasonlarında daha çok çalışmaya başladım ve inadına özellikle de bahar ve güz aylarında işler çoğaldı. Ava gidebileceğim araziye de onca saat araba kullanmak için zamanım kalmamış oldu. Hemen yapamasam da, birkaç sene içerisinde emekli olunca bunun değişeceğini umuyorum.

Avlamayı sevdiğim hayvanlar konusunda: Çoğunlukla tavşan ve sincap avlayarak büyüdüm, hala da bunları avlamayı ve yemeyi çok severim. Bunun yanında, geyik, yaban hindisi, üveyik ve sülün avına gidiyorum. Eskiden ara sıra tavşan avlarken ördek parladığı ve benim de vurduğum olurdu. Daha gençken Wyoming Eyaletinde antilop ve mule geyiği; Colorado’da ise elk geyiği avına gittim. Antilop ve mule geyiği avladım, ancak hiç elk geyiği vuramadım.

En çok ne avını mı seviyorum? İşte bu zor bir soru. Sanırım, en çok yaban hindisi avını seviyorum. Sebebi baharın o güzel havası, avın zorluğu ve sonunda eğer vurabilirseniz avın heyecanı. Yaban hindileri bu kadar bol olmadan önce, belki inanmayacaksınız ama, sincap avı benim en sevdiğim avdı. Bu küçük hayvanları .22 kalibrelik tüfekle kafalarından vurmaya çalışmak inanılmaz heyecanlı bir avdı. Tabii sincap eti de benim en sevdiğim av eti idi.

Hayalimdeki av günü... Herhalde bu başarılı bir yaban hindisi avı sabahı olurdu. Bahar sabahının serinliğini tadını çıkarmak, güneşin doğuşunu izlemek, bir yaban hindisi düdüğüyle kuşu yakınlaştırmaya çalışmak ve en sonunda da baba hindiyi avlamak. Bu duygu moralimi günlerce yüksek tutuyor. Aylar sonra, bir şirketin personel toplantısında otururken, bir sürü insanın kendilerinin ne kadar zeki olduklarını ve parlak yönetimleri sayesinde şirketin ne kadar mükemmel çalıştığını (fakat ne yazık ki biz yazarlara maaş zammı verecek kadar mükemmel değil) dinlerken kendi kendime şöyle derim: “Ah, hepinizin canı cehenneme..! Ben geçen bahar bir hindi avladım.”

Tabii bir de ne avladığınız ile değil kim ile avlandığınızla ilgili hayalimdeki av günü olabilir. Gerçekten iyi bir av arkadaşı altından daha değerlidir. Jerry Misek adlı arkadaşımla ne yazık ki artık avlanamıyorum, ancak onunla birlikte yirmili ve otuzlu yaşlarımızdayken, sülün ve tavşan avladığımız günler hayatımın en güzel günleriydi.

ME- Eti için avlanmak ve trofe avcılığı... Sizin her ikisini de yaptığınızı biliyorum. Sizce bu iki tür avcılık tarzını ayrı ayrı değerlendirmeyi gerektirecek kadar büyük farklılıklar var mıdır?

DS- Aslında ben kendimi bir trofe avcısı saymıyorum. Evimde doldurduğum iki geyik trofesi var ama onları da arkadaşlarımın zoruyla yaptırdım, iyi ki de yaptırmışım. Trofeleri büyük olduğu için değil, büyük de sayılmazlar, fakat duvardaki bu trofelere bakmak bana bu avlarımı hatırlatıyor. Birisinde yapmış olduğum zor bir atışı ve diğerinde de beraber avlandığımız arkadaşlarımızın hatırası canlı kalıyor.

Ben esasen eti için avlanıyorum. Bana göre, kendi yiyeceğim eti temin etmek, hayvanı kendi kendime yüzüp kesmek, derin dondurucuyu doldurmak ve bütün bir yıl bu etle yaşamak olmadan avcılıkta tatmin olmuyor. Mahallemizde herhangi bir akşam yemekte geyik eti yiyen tek insanın ben olduğumu bilmek çok hoşuma gidiyor. Genelde yetenekli bir kişi değilimdir, marangozluk veya tamir işlerine yatkınlığım yoktur. Bu başkalarına ihtiyaç duymadan yapabildiğim tek şeydir diyebilirim. Böyle büyüdüm, babamın, amcamın ve dedemin avcılık yapmasının tek sebebi eve et getirmekti. Hiçbir zaman trofesi için bir hayvanı vurmadılar. Son olarak, bir canlıyı öldürmek, bence ciddi bir iştir. Bence, eğer et yiyeceksem mümkünse başkasının benim için öldürme işini yapmasından çok, hayvanı kendim öldürmeliyim ki benim et ile karnımı doyurabilmem için bir canlının ölmesi gerektiğini hiçbir zaman unutmayayım. Çoğu avcının benim gibi hissettiğini zannetmiyorum ve belki de böyle düşündüğüm için deli olduğuma hükmederlerdi ama ben böyle hissediyorum ve bunun için avlanıyorum.

Trofe avcılığına karşı değilim. Bu iki tür avcılığın farklı olarak değerlendirilmesine de gerek yok bence... Herkesin tercihi farklı...

ME- Yılın hangi zamanında hangi avlara çıkarsınız? Bir başka deyişle, her istediğinizde ava gidebilecek olsaydınız, bir yılınız nasıl geçerdi?

DS- Baharda yaban hindisi avı, Eylül ayının ilk haftasında üveyik avı, yapraklar düşmeye başladığında ve ağaçlarda sincapları görüp .22 kalibre tüfekle vurabilir hale geldiğinizde, Ekim ayında Kuzey İllinois’te sincap avı (buralarda yapraklar Kasıma kadar düşmez), Kasım ve Aralık aylarında sülün, tavşan ve geyik avı. Sezon ilerledikçe hava soğuyup her yer kar olduğunda sülün ve tavşan avının keyfine diyecek yoktur.

ME- Sizin sözlüğünüzde korumacılığın anlamı nedir?

DS- Bütün doğal kaynakların (toprak, su, hava, bitkiler ve hayvanlar) azalmaması, bozulmaması ve gelecek nesillere de kalabilmesi için sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesidir. Yaban hayatı ile ilgili olarak, korumacılık fazla değerlerin yiyecek için avcılık şeklinde veya eğer sizin için trofe avcılığı sözkonusu ise bu amaçla kullanımı da kapsar, etini israf etmediğiniz sürece. Aynı zamanda bütün türlerin yaşaması için yeri olması konusunda elimizden geleni yapmamız anlamına da gelir. Bence herşey varolma hakkına sahiptir, sadece insanlar değil...

ME- Peki etik anlayışınız nedir?

DS- Bana göre korumacılık ile aynı. Bu iki kavramı ayrı değerlendirebileceğimizi zannetmiyorum.

ME- Yaban hayatı için habitat oluşturulması, bu alanların korunması ve kamuoyunun bu konuda bilinçlendirilmesi konusunda çok çalıştığınızı biliyorum. Bu amaçla hangi örgütlere ve neden katkıda bulunuyorsunuz?


DS- Pheasants Forever[2] kuruluşuna destek veriyorum, çünkü elde ettikleri bütün gelirleri merkeze aktarmıyorlar ve yerinde harcıyorlar. Bu paranın çok büyük bir kısmı da paranın toplandığı yerdeki habitatın durumunun iyileştirilmesi amacıyla kullanılıyor. Buna karşın diğer gruplara bağış yapmama gibi bir tavrım da yok. Ducks Unlimited [3], Whitetails Unlimited[4] ve National Wild Turkey Federation[5] örgütlerinin toplantılarına da katılıyorum ve destek veriyorum. Neden mi? Çünkü hepsi de habitat ve yaban hayatı için çalışıyorlar ve çok iyi işler yapıyorlar. Ben de bir avcı olarak, yaban hayatına bir şeyleri geri vermekten çok mutlu oluyorum.

Aynı zamanda National Rifle Association[6] örgütüne de bir miktar bağış yapıyorum. Bu grup olmasaydı, silah sahibi olma haklarımızı kolaylıkla kaybedebilirdik diye düşünüyorum. Devlet bir kerede bütün silahlarımızı elimizden almayabilir, ama adım adım silah sahibi olmayı ve almayı daha zor, zaman alıcı ve masraflı bir hale getirebilir ki bir çok vatandaş bunun çektirdiği sıkıntıya değmeyeceğini düşünebilirler. Ben silahlarımı hem avcılık, hem de kişisel korunma için tutmak istiyorum.

ME- Mesleğiniz korumacılık ve doğal hayat ile çok ilgili. Her iki konuyu da birarada düşündüğünüz oluyor mu? Başka bir deyişle, avcı özelliğiniz işinizi nasıl etkiliyor?

DS- Bu ilginç bir soru. Yaban hayatı ve korumacılık açısından duyarlılık hissettiğimden dolayı, arazilerini dümdüz eden, habitatı yok eden, sonuçta da erozyona yol açan çiftçiler hakkında makale yazmak durumunda kaldığımda bir çok çatışma yaşadım. Genelde çiftçiler, içlerinde avcı olanlar hariç, yaban hayatına ne olacağına aldırmıyorlar. Heryerde arazilerindeki çalılık ve korulukları yok ediyorlar ve iyi bir şeymiş gibi tarla kenarındaki çit ve sınırları kaldırıyorlar, yol kenarlarındaki otların bile büyümesine katlanamıyorlar. Dolayısıyla bir çok durumda dilimi ısırmak zorunda kalıyorum. Tabii ki bunun yanında, Martin Ailesi gibi doğaya önem veren çiftçiler hakkında yazı yazmaya ve onları örnek göstermeye gayret ediyorum. Bir de arazisinde ücret karşılığı ava izin veren çiftçiler hakkında yazılar yazıyorum, çünkü benim bir görevim de çiftçilere yeni para kazanma yollarını göstermek. Ücretli avcılık olayına bir çok açıdan bakmaya açalışıyorum. Bir kere yaban hayatı için iyi bir şey, çünkü çiftçilerin başka türlü yok edecekleri habitatı koruyup geliştirmelerine neden oluyor. Öte yandan, ücretli avcılık çoğalırsa avcı sayısı azalır diye düşünüyorum.

ME- Siz de avcılıkta hep o eski günlerden özlemle bahseden avcılardan mısınız? Yoksa bulunduğunuz Orta İllinois bölgesinde güzel günler şimdi mi yaşanıyor?

DS- Aslına bakarsan evet, gidebileceğimiz çok avlak olduğu o eski günlerden çok bahsederim. Fakat bu Kuzey İllinois’teydi. 1950lerde ve 60larda burada değildim ve herkesin bahsettiği o sülün bolluğu yıllarına denk gelemedim. Fakat bildiğim bir şey var ki, modern tarımın yoğunlaştığı 1970li ve 80li yıllarda burada avcılık namına bir şey kalmamıştı. CRP[7] gibi devlet programları sayesinde şimdi durum iyileşti. Araziye girebilen avcılar için tabii. Ailelerinin arazisi olan genç avcılar için avcılığın altın çağı yaşanıyor olabilir. Bu ne kadar sürecek veya sürer mi bilmiyorum, çünkü artık bu bölgede artık tarımdan habitata dönüştürülecek arazi kalmadı denilebilir. Hala no-till[8] için fırsatlar var, herhalde bu sayede av kuşları için daha fazla fırsatlar yaratılabilir. Yaban hindisi ve geyik açısından gerçekten de avcılığın altın çağı yaşanıyor. Daha önce Amerika’a hiç olmadığı kadar geyik ve yaban hindisi var. Ancak bu hayvanları avlamak için biraz yol katetmeniz gerek.

ME- İllinois Eyaletindeki ve genel olarak ABD’deki avcılık kurallarını nasıl buluyorsunuz? Devlet avcılık hakkında “aptalca” bir karar almış olsa, örneğin limitleri yanlış belirlemiş olsa ne yapardınız?

DS- Avcılık yasaları ve kurallar ile ilgili bir sıkıntım yok. Bir sorun olsa ne yapardım? Ben pek protestocu biri sayılmam, herhalde avcılık örgütlerine kürekle para aktarmayı sürdürür ve onların baskı yaparak sorunun giderilmesini sağlayacağını umardım. Sadece bir kuralın doğru olmadığını düşündüğüm için o kuralı ihlal edebileceğimi sanmıyorum.

ME- Büyük bir silah koleksiyonunuz olduğunu biliyorum. Hepsi ile avlanıyor musunuz? Aralarında sizin için özel olan bir silah var mı? Hangisi ile hangi avı yapmayı seviyorsunuz?

DS- Keşke hepsiyle ayrı ayrı avlanabilecek zamanım olsaydı, çünkü hepsiyle atış yapmak ayrı birer keyif. Atış yapmayı seviyorum ama bunun için yeterli zamanım yok. Bu nedenle emekliliğimi dört gözle bekliyorum.

Gelecek sezon yaban hindisi avına çıktığımda Escort[9] marka tüfeğimi denemeyi çok istiyorum. İyi bir hindi avı tüfeği olacak gibi görünüyor, ancak daha hiç deneme fırsatım olmadı.

Evet, özel bir tüfeğim var. Breziya yapımı Rossi Bonanza marka 20 numara namlu bir yan çifte. 1971 yılında Milwaukee’deyken 80 dolara satın almıştım. Tavşan avı için aldım ve gerçekten de tavşan avı için mükemmel bir tüfek, kısa namlulu ve taşıması kolay. Bu tüfeği satın aldığımda çok tavşan avına çıkardım ve genelde de arkadaşım Jerry Misek ile ava giderdik. Bana o güzel günleri de hatırlatıyor. Bir de ben tavşan avını ve tavşan etini gerçekten çok severim.

ME- Sizce bugün Amerikan avcısının karşı karşıya olduğu en büyük tehdit nedir? Gelecekte bazı türleri avlayıp avlayamayacağı mı, gelecekte de bugünkü gibi silah edinme özgürlüğü olup olmayacağı mı, avlaklara istediği gibi girebilmesi mi yoksa başka bir şey mi?

DS- Bence en büyük tehdit avlaklara erişim sorunu olacaktır. Devlet desteği olan programlar ile bile, Champaign Bölgesi gibi yerlerde özel çiftlikler ve tarım arazileri o kadar fazla ki, geriye fazla bir habitat kalmıyor. Ücret karşılığı arazilerde av yapılmasının yaygınlaşmasıyla da düşük gelirli avcılar için büyük bir engel olacak. Bir çok avcı ava zengin iken başlamıyor. Şu an için, silah sahibi olma özgürlüğü konusunda bir sorunumuz yok gibi, fakat bu yeni bir yönetim ile her an değişikliğe uğrayabilir. Sürekli genç avcıları avcılığa kazandırmak zorundayız, çünkü avcı sayısını koruyamazsak haklarımız eriyip gidecektir. Ancak gittikçe azalan avlaklar ve kamuoyundaki olumsuz avcı imajı ile gençleri avcılığa kazandırmak her geçen gün daha da zorlaşıyor.

ME- Türkiye’ye hiç gelmediniz. Ülkemiz hakkındaki fikriniz nedir? Türkiye’de günün birinde avlanmak ister miydiniz?

DS- Seninle tanışıncaya kadar Türkiye hakkında tek bildiğim, bu ülkeden çok iyi askerler yetiştiği idi ve bu bence çok iyi bir özelliktir. Senin sayende, Türkiye hakkında çok şey öğrendim ve daha çok şey öğrenmek de istiyorum. Resimlerinden gördüğüm kadarıyla, Türkiye çok güzel bir ülke. Senden, arkadaşlarından ve ailenden gördüğüm kadarıyla Türk insanı dost canlısı, misafirperver, kültürlü ve doğa konusunda duyarlı. Ve tabii iyi atıcı da. Ülkenizde avlanmaktan veya sadece görmekten büyük mutluluk duyardım.

ME- Teşekkür ederim, Sayın Smith.

Mehmet Ekizoğlu
[1] The U.S. Fish and Wildlife Service, National Survey of Fishing, Hunting, and Wildlife-Associated Recreation, 2005.
[2] Sülün habitatını geliştirmeyi amaçlayan avcı örgütü.
[3] Sulak alanların iyileştirilmesi amacıyla çalışan avcı örgütü.
[4] Geyik habitatının korunmasına yönelik çalışmalar yapan avcı örgütü.
[5] Yaban hindisi habitatı için çalışan avcı örgütü.
[6] ABD’de silah sahibi olma haklarını savunan bir örgüt.
[7] Doğal hayata arazi ayırılmasını destekleyen devlet desteği programı.
[8] Tarlayı sürmeden ekme tekniği, bu sayede yaban hayatı için yeni alanlar kazanılıyor
[9] Hatsan tarafından ABD’ye ihraç edilen tüfek.

27 Ara 2006

ÖRDEK


ÖRDEK

Hafiften kar atıştırmaya başladı. Avcı, kasıklarına kadar uzananan çizmesinin içindeki ayaklarının hareketsizlikten ve soğuktan sızlamaya başladığını farketti. Gün doğmak üzereydi. "Biraz daha sabır" dedi kendi kendine... Elindeki tüfeği bir buz parçası gibi eline yapışıyordu. Girdiği sazlardan yapılmış gümede yalnızdı.

Suların üzerinde beyaz bir yansıma belirdi yavaş yavaş... Ortalık griye çalan bir aydınlığa yüz tuttu. Uzaktaki ördek sesleri esen sert rüzgarla artıyordu. Birden arkasından gelen bir kanat sesiyle sıçradı. Beklediği adanın diğer kıyısından ördekler birden üzerinde belirdi. Hemen tüfeğini omuzlamasıyla alayın ortasındaki iri ördeğe nişan alması bir oldu. Tetiğe dokunur dokunmaz ördeğin kanatları hareketsizleşti. Başı kırılmış gibi eğilerek gürültüyle yarı buzlu suya düştü. Diğer ördekler telaşla kanat çırparak oradan uzaklaştılar.

Avcı rüzgarla dalgalanmaya başlayan buzlu suyun ördeği yanına getirmesini bekledi. Yakınlaşınca uzandı, aldı. Bu iri bir yeşilbaştı. Kanatlarını açtı, saçmaları kanatlarının altından ve göğsünden almıştı. Tüylerindeki sular yavaşça süzülüyordu. Yeşilbaş ölü olmasına rağmen güler gibi bakıyordu. Gözlerinin feri henüz gitmemişti. Gözünün yanından bir damla kan süzüldü.

Avcı ördeği gerideki file torbasına attı. Gözlerini yeniden ufka dikti. Karısının sözlerini hatırladı. "Bir yeni yılın ilk günü de ava gitme be adam!" Avcı karısının bu sitemine gülmüş ve hiçbir şey dememişti. Gidecekti. Belki de karısı haklıydı. Her yeni yılda bir günlük tatili fırsat bilerek ava giderdi. Çocuklarını düşündü. Şimdi sıcak yataklarında mışıl mışıl uyuyor olmalıydılar. "Varınca onları uyandırır ve bir güzel oynarım" diye düşündü.

Kar taneleri yüzüne vuruyor ve anında su olup çenesinden akıyordu. Ördekler yavaş yavaş çoğalmaya başlamıştı. Değişik renklerde, farklı büyüklüklerde ördekler gökyüzünde akın akın gelmeye başlamıştı. Avcı tüfeğini çalıştırıyor ve seri hareketlerle fişek değiştiriyordu. Gelen ördekler tüfek sesini duymuyor gibiydiler.

Üzerine doğru gelen küçük çamurcun ördeklerinden oluşan bir alaya tüfeğini boşalttı. Bu alaydan düşen ördekler artık tamamen buz tutan suya düşüp kaydılar. Her biri ayrı yerlerdeydi. Kanatlarının altındaki beyaz tüyleri gökyüzünü görüyordu. Avcı gülümsedi..

Güneş ışıklarını kararan bulutların arkasından da olsa yetiştirmeye çalışıyordu artık... Kolları yoruldu ateş etmekten. Fişeği de bitmek üzereydi. Yine de ava devam ediyor; sanki bir daha gelmeyecekmiş gibi hırsla ördeklere saçma yağdırıyordu.

Kar durmuş ve keskin bir soğuk başlamıştı. Avcı dönüş yolundan korkmaya başladı. Acaba yollar tıkanmış mıydı? Şimdi evde olsa hava ve yol durumunu TV ekranından izlerdi, bir yandan sıcak çayını içerken... Çayı hatırlayınca acıktığını hissetti. Cebindeki çikolatadan kalan parçaları yemeye çalıştı. Çeneleri ona ihanet eder gibi çalışmıyordu sanki. Beresini düzeltti. Eli kardan ıslandı. Yüzüne dokundu. Sanki buz tutmak üzereydi. Ayaklarının sızlaması kesilmişti. Kollarında bir yumuşama ve uyuşukluk hissediyordu. Tüfeğini indirdi. Gitmesi gerektiğini düşündü, yeterince av yapmıştı. Daha buzu kırarak ördekleri toplayacaktı.

Geri dönmek istedi. Ayakları onu geri çekti. Yere düştü. Bir daha kalktı, zorlukla hareket ediyordu. Elleriyle dizlerini tutup ilerlemeye çalıştı. Bir daha denedi. Ayakları sanki betona saplanmış gibi ağırlaşmıştı.

Dizlerinin üstüne çöktü. Cansız gözleriyle boşluğa bakan ördeklere takıldı gözü. Kendini iyi hissetmiyordu. Yola çıkarken de iyi değildi, ama avda geçer diye düşünmüştü.

Ördekler gökyüzünü doldurmuştu neredeyse. Kalkıp tüfek atmak istedi, başaramadı. Suya baktı, su çoktandır buz olmuştu. Yere yattı. “Biraz dinlenmeliyim, çok yoruldum” dedi kendi kendine. Uzandı, derin bir nefes verdi. Yatmak ne iyi gelmişti. Ne kadar yorulmuş olduğunu farketti. Bütün vücudu uyumak istiyordu. Gözlerinin kapanmasını engelleyemiyordu sanki. Donmaya başladığını anlıyordu. Uyumaması gerektiği sinema filmlerinde görmüştü. Ayaklarını oynatmaya çalıştı. Çizmesi içine su almıştı. Donan su ile ayakları daha da ağırlaşmıştı. Parmağını bile kıpırdatamadı. Başını çevirmeye çalıştı. Az evvel buza düşürdüğü yeşilbaş ördeğin donuk bakışıyla gözgöze geldi. Gökyüzü iyice kararmıştı.

-x-

Gümelere yönelen ördek avcıları geç kaldıklarından dolayı birbirleriyle tartışıyorlardı. Birbirlerini beklemekten göl kenarına neredeyse kuşluk vakti gelebilmişlerdi. Bu saatte ördek avı bitmiş olurdu. Herkes suçu birbirine atıyordu. Birisi arkadaşlarının çok uyuduğundan, öteki ise yolda çay içmeye oturanlardan şikayet ediyordu.

Gençler sabah erken de gelseler pek iyi bir gün olmayacağı belliydi. Karlar erimeye yüz tutmuştu. Güneş geçen günlerin acısını çıkartmak ister gibi parlıyordu. Bu havada ördek avı yapılacağına kendileri de pek inanmıyordu. Bir de yolda bir araba görmüşlerdi. Avcının biri onlardan erken davranmış olmalıydı.

Avcılar ümitsizce göl kenarına yaklaşırken birden gördükleri manzara karşısında donakaldılar.

Suya bir kaç metre yakında, üzerine kar yağmış kasık çizmeli bir adam uzanmıştı. Morarmış yüzünde donuk bir ifadeyle, bir adım ötesinde birbiri üzerine yığılmış olan ölü ördeklere bakıyordu.

Mehmet Ekizoğlu

BÜYÜK ADAM



"Duvarı kendime siper ederim" diye düşündü genç adam... "Tamam muhtar, sonra görüşürüz" dedi.

Muhtar pos bıyıklı, esmerden daha da kara tenli bir adamdı. Bir kaç günlük sakalları beyazlamıştı. Başındaki şapkanın kenarları kir ve yağdan renk değiştirmişti. Şapkanın kenarından çıkan gür saçları da sakalının rengindeydi. Çakır gözlerini kısarak genç adama baktı, "Başka bi isteğin var mı beyim?" dedi.

Genç adama saygı duyduğu ses tonundan belli oluyordu. "Sağol muhtar" dedi genç adam, elindeki beyaz çantayı duvarın üzerine koyarak...

Muhtar genç adamın artık kendisine bakmadığını görünce yeniden yola döndü, kendisini bekleyen diğerlerine seslendi:"Sizin yerleriniz şu dönemeçten sonra!" Elindeki çifte tüfeği omuzuna asarak gruba katıldı.

Genç adam çantadan dikkatle tüfeğini çıkardı. Bu yivli bir tüfekti ve güneşe çıkinca kundagı parlıyordu. Omuzlayarak tüfeğin namlusunu gezdirdi genç adam...

Duvarın arkasına geçti. Duvar çok eskilerden kalma, antik bir bina kalıntısına benziyordu. Çantasından kalın bir bez çıkardı. katladı. Duvarın üzerine koydu, tufeği üzerine yerleştirdi. Bir de bu şekilde tufeği omuzlayarak çam ormanının içine doğrulttu. Görüş sağlam gibiydi.Belindeki kurşun kemerini ön tarafa getirdi. Dikkatlice kemerden aldığı kurşunları tüfeğin şarjörüne yerleştirmeye başladı. Bu işi bitirince şarjörü tüfeğin altındaki yerine taktı. Eliyle de hafifçe vurarak şarjörün yerleştiğini belirten o mekanik sesi duydu. Elinin iki hareketiyle de bir mermiyi namluya sürdü. Tekrar tüfeği kaldırarak beklemeye başladı.

Genç adamın yüzündeki ifadeden ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi. Heyecan belirtisi de görünmüyordu. Giden grubun sesi bir müddet önce kesilmişti. Ormandan serin bir esinti genç adamın yüzünü oksadı.

Bamm! sesiyle bütün orman ürktü. Sürek başlamıstı.

Uzaktan köylülerin bağırısları duyuluyordu. Kuşlar ağaçların üst dallarına kaçıstılar. Genç adam tüfeğini tekrar kontrol etti. Tüfeğini sağ eline alarak gözünü ormanın derinliklerine dikti. Ormanda kesinlikle bir şeyler oluyordu.Uzaktan tanıdık sesler gelmeye başlamıstı. Bunlar kopoylardı. Kesik kesik havlamaları ormanın içinde yankılanıyordu. Birinin bıraktığı havlamayı diğerleri başlatıyor, bazen yavaş ve tek tek, bazen de uluma gibi hızlı hızlı havlıyorlardı.

Genç adam yerinin iyi bir yer olduğunu biliyordu. Muhtar onu o nedenle bırakmıştı bu dere kenarına.. Ormandan dere yatağını takip ederek kaçacak olan domuzlar muhakkak bu yolu atlamak zorundaydı. Yola çıktıklarında ise atış yapacak kadar açık bir alan ve mesafe kalıyordu. Genç adam kolay olacağını biliyordu. Tecrübeliydi.

Birden önünden bir tilki fırladı yola... Genç adam refleks ile silahını hemen doğrulttu ama tüyleri yeni griden kızıllasmaya baslayan tilkinin dere aşağı kaçmasına izin verdi. Başını tüfeğin üzerinden kaldırmamıştı. Tilkiyi yerinden eden bir şey olmalıydı. Kalbinin atışlarının hızlandığını hissediyordu. Parmağı tetiği okşuyordu. Tüfeğin emniyetini açtı.

"Caaak caaak" sesiyle havalanan kestane kargası genç adamın yüreğini hoplattı. Önündeki yola bakan kısa boylu çamlar sallanmaya başlamıstı. Çok değil yirmi metre önündeki çatırtıları duyuyordu genç adam.Çatırtılar yaklaştı ve birden kesildi.

Toprak yola birden şişman bir dişi domuz çıkıverdi, etrafına bakmadan önündeki dere yatağına doğru koşmaya başladı, arkasından da çizgili bedenleriyle mozaları göründü. Onlar da annelerine yetişmek için ellerinden geldigince hızlı koşuyorlardı.

"Daan!" sesiyle anne domuzun burnunun üstüne kapaklanması bir oldu. "Daan!" Şakırtılar arasında üçünçü silah sesiyle birlikte yerde biri anne domuz, ikisi ise yavrusu olmak üzere üç adet domuz yatıyordu.Diğer yavrular ise çalılığa kaçmışlardı.

Genç adam bir müddet tüfeğinin üzerinden kalkmadı. Ormanın içinden çılgınca bağıran köpeklerden başka ses gelmiyordu. Doğruldu, tüfeğini emniyete aldı. Duvarın arkasından çıktı, domuz ölülerine doğru ilerledi. Domuzlar kurşunu yedikleri anda ölmüşlerdi. Yolda ince ince kanlar akıyordu.

Muhtar yanında iki köylüyle koşa koşa geldi. Genç adam bir sigara yakmış, şapkasını çıkarmıştı. Elinde fotoğraf makinesiyle domuzların fotoğrafını çekiyordu. Domuzları kaldırmaya veya kanlı yerlerini saklamaya lüzum görmemişti.

Muhtar; "Beyim iyi etmemişsin be!" dedi. Yanındaki köylü atıldı: "Neden iyi etmicekmiş be muhtarım?" "Bizi kaç senelik yükten kurtardı, kimbilir daha kaç bela doğuracaktı bu mundar hayvan!"

Köylü kendini alamadı, gitti domuza bir tekme attı. "Ne bileyim ben" dedi muhtar... "İnsanın içi acıyor işte... Doğru ya senin dediğin de.."

Sigarasını bitiren genç adam; "Hadi muhtar, bırakın lafi da boşaltın şunların içini" dedi. Köylüler bıçaklarını çekip mozaları bacaklarından çektiler, karınlarını yarmaya başladılar. Zengin olduğu her halinden belli olan avcı cep telefonuyla konuşuyor, arazi arabasını getirmelerini ve soğutucuyu hazırlamalarını istiyordu.

Araba gelince iki adam büyük arazi aracından indi. Ellerine birer içi boşaltılmış ve poşetlere konulmuş küçük domuz alarak arabaya koydular. Köylülerden birisi "Bu anasını ne yapalım beyim?" dedi. Avcı tufeğini çantasına koyuyordu. Dönmeden "Atın gitsin" dedi.

Muhtarı yanına çağırdı. Arabanın arkasındaki iki koliyi gösterdi. "Birisi senin, birisi köylünün..." dedi. "Kopoyların sahibine kıyak geç, tamam mı muhtar?" "Tamamdır beyim, Allah razı olsun" Muhtarın esmer yüzü gülüyordu. Köyü fakir bir dağ köyüydü. Üzerindeki elbiseler ve ayağındaki botlar hep genç adamın hediyesiydi.

Avcının her gelişi hem köylüleri şu zararlı hınzırlardan kurtarıyor, hem de avcının yanında çeşit çeşit hediyeler geliyordu. Genç adama yaklaştı, "Beyim içeride bir azaksız kaldı, biliyorsun" dedi. "Bu başbelasını ne zaman halledecen?"

Genç adam muhtara döndü, muhtar bir sonraki ziyaretini iple çekiyordu. "Kısmet" dedi gülerek... " Şimdi işim var, İzmir'e dönmem lazım. Ben seni ararım cepten" dedi. Muhtar "Beyim sofra hazırlamıştık evde ... Valla bırakmam" diyecek oldu. Genç adam yine hafifçe gülümsedi, "Sağol muhtar, bir daha ki sefere..." dedi.

Büyük arazi arabası gürültüyle dağ yolundan inerken köylüler domuzu dere yatağına yuvarlıyorlardı. Muhtar arabanın arkasından baktı: "Büyük adam be!" diye mırıldandı kendi kendine....

Mehmet Ekizoğlu

AV TUTKUSU


Sabah ezanları okunurken biz dağ yolunu yarılamıştık bile. Üstümüze fazla bir şey almamıştık, keklik avında çok yürümek gerekirdi, bu da hem yorgunluk hem de sıcaklamak demekti. Gün ışıdıkça çiğden kalkan dumanlar sırtları, dereleri mistik bir havaya sokuyordu. Ayağımdaki ayakkabı kötüydü, içine şimdiden yaş almaya başlamıştı. Birazdan sıcak olacağı için aldırış etmiyordum. Sessizlik ve dağların baştan çıkarıcı kokusu beni sanki büyülemişti. Herkes de aynı ruh hali vardı herhalde ki kimseden de ses çıkmıyordu.

Birden kulağımıza gelen sesler bizi hayal dünyasından geri getirdi. Karşı tepeden bir keklik ötüşü geldi. Biraz yukarıdan bir başka ötüş de ona yanıt verdi. Bizler sinmiş nerede olduklarını kestirmeye çalışıyorduk. Tek köpeğimiz de pür dikkat kulaklarını dikmişti.

Ansızın gürültülü kanat sesleri başladı. İlk ötüşün geldiği tepeden karşı tepelere birer ikişer keklikler kalkıp uzun uçuşlarla süzülüyorlar, sonra da düşmüşcesine birden konuyorlardı.

Bu geçiş bitince sıramızın geldiğini anladık. Kondukları yere doğru hızla seyirttik. Aramızdaki gençler önden gittiler, bir sırtı yanlamasına geçerken tüfekler patlamaya başladı. Ne olduğunu göremiyorduk. Birazdan yanlarına vardığımızda tüfeklerini doldururken gördük erkencileri.. Elleri boştu, sevinmedim desem yalan olur. Önden hesapsız ve köpeksiz gidenin hali böyle olur. Fazla hırsı olmamak lazım, diye de kendimize ders çıkardık. Nereye gittiklerini öğrenelim derken, altımızdan da keklikler kalkmaya başladı. Hep birlikte parlayan kekliklere doğru koştuk, ancak kınalılar çoktan derenin karşısına geçmişlerdi bile..

O gün o tepe senin, bu tepe benim, dere dere, çalı çalı o dağları adımladık, gezdik avlandık. Fermalı fermasız bir çok keklik kaldırdık, avlandık. Öğleden sonra sıcak oldu, köpek dağda çalışmakta güçlük çekmeye başladı. Biz de ovaya dönmeye ve bıldırcın bakmaya karar verdik.

Ovada tüm mahsül kaldırılmıştı. Artık işçi falan olmazdı tarlada.. Mahsulün kalktığı yerde yağmurlarla büyümüş ve tohumlanmış otlar vardı. Bunların arası iyi bıldırcın tutardı. Hayvancağız bu boylu otlar altında hem yemlenir, hem de sıcaktan korunurdu.

Burada epeyce bir süre bıldırcın avladık, yorgunluk yavaş yavaş beni sarmaya başlamıştı. Baş ağrısı ve açlık bastırmıştı. Aksilik yanıma ne bir ilaç, ne de yiyecek bir şey almıştım. Avı kestik, döndük. Eve vardığımda hiçbir şey yiyemeden düşüp kalmışım.

Bu anım, pek anlatılacak nitelikte avlar veya avcılık içermiyor. Anlatmamın sebebi, av hikayesiyle okurlarımıza hoşça vakit geçirtmek değildi. Neden avlanırız, sorusuna yanıt aramak için iyi bir gündü. O sıcak günlerde herkes sığınacak yer ararken, deniz kenarlarına, mesire yerlerine giderken biz avcılar neden bu dağlarda, ovalarda kendimizi hasta edercesine koşup duruyoruz? Nedir bizi dağlara götüren? Türküde, “Ben de çıktım bir geyik avına, Geyik çekti kendi dağına” dediği gibi, bizi dağına çeken şey avın kendisi midir? Yoksa başta anlatmaya çalıştığım o mistik denebilecek hava ve ortam mıdır? Belki de hepsi..

Spor, doğa yürüyüşü, doğaseverlik gibi amaçlar bu tutkunun ancak pekiştiricileri olabilir. Ancak avcılık gerçekte bir tutkudan başka bir şey değildir. Tecrübeli avcılar bileceklerdir. Hangi spor sevgisi insanı, herkesin en tatlı uyku zamanında, sabah ezanları okunmadan yatağından kaldırıp buz gibi ovalara, ayaz esen dağlara gitmeye ikna edebilir? Ya da hangi doğa tutkunu, sürekli elinde tuttuğu 3,5 Kg bir ağırlıkla dokuz dağı aştıktan sonra önünden bir kuş parlayınca tekrar bir o kadar yolu daha yürüme gücünü kendinde hissedebilir? Veya hangi trekking grubu, beraberindeki arkadaşıyla, cebindeki parasından tutun da malzemesini, yiyeceğini, giyeceğini velhasıl herşeyini paylaşabilir? Avcılık farklı bir tutkudur.

Son zamanlarda bazı sözde-çevreci gruplardan “avcılığı bırakın, foto-safari yapın” gibi çağrılar alıyorum. Bunlara verdiğim cevaplardaki gibi, biz avcılar foto-safari de yaparız. Hatta av dergilerindeki avcılarımızın çektiği fotoğraflar pek çok doğa dergisinde bulunmayacak cinstendir. Ancak bu bizi avcılıktan alıkoyamaz. Avcı aynı zamanda yanında bir fotoğraf makinesi taşıyabilir, bence taşımalıdır da... Zira avcının doğada rasgeldiği olağanüstü olaylar, bir foto muhabirin karşısına zor çıkar.

Avcılığı spor düşüncesi, zayıflama ihtiyacı, atış sevgisi, et ihtiyacı, silah tutkusu veya doğa sevgisi ile açıklamaya çalışmak bize avcılığın hep bir yönünü gösterir. Eksik olan her bilginin yanlış olacağından hareketle bu tür tanımlama çalışmaları da bizim neden ava gittiğimizi açıklamakta yetersiz kalmaktadır.

Avlanma dürtüsü bizi kravatlarımızı çıkartarak çamurlu yollara, buzlu göllere, dikenli dağlara götürür. Orada daha bir kendimiz oluruz. Başka hiçbir duygu aklımızdan ve gönlümüzden geçmez. Çok yakından tanıdığım bir büyüğüm, ailesindeki, bana göre dayanılmaz sağlık sorunlarına avcılık sayesinde göğüs gerebilmektedir.

Avcı meraya adım atar atmaz değişir. Çünkü orada avıyla birliktedir. Onun olduğu yerdedir. Avcı vuracağı ava önce saygı duyar,sonra onun kişiliğine bürünür, onun olduğu yerde olmanın zevkine varır, onunnefesini solumaya başlar ve av orada başlar.

Köpeği adeta nefes almayı bıraktığı anda, vücudu ani kasılmalar ve elde olmayan titremeler geçirmekteyken avcının da kalbi en üst ritminde atmaktadır. Birazdan kalkacak avından başka bir şeyi duymayacaktır. İşte fotoğrafçılık ileavcılığın farkı buradadır. Fotoğrafını çektiğiniz hayvanla aranızda sadeceteknik bir yakınlaşma vardır. Ancak avcı ile avı arasında kelimelerleanlatılması zor mistik bir yakınlaşma olur. Avcı avlanırken artık avıgibidir ve o noktadan sonra kimin av, kimin avcı olacağı çok da net değildir.Bu husus en çok domuz avlarında belirgindir.Avcılara yöneltilen en büyük suçlamalardan biri de kendi keyifleri için canlıları öldürmeleri olmuştur. Avcılar merhametsiz ve vicdansız mıdır? Bence en merhametli kişiler avcılardır. Burada bu iddiaları ortaya atanlara cevap yetiştirmeye uğraşmayacağım, bunu çok yaptım. Avcının merhameti, avı vurduktan sonra eline alınca ortaya çıkar. Avcı ondan sonra yeniden ava koyuluncaya kadar avcı değildir. Eline aldığı hayvana hayranlıkla bakar. Onu vurduğu için vicdanının derinliklerindeki sızılara bir yenisi eklenir. Ancak bu merhamet hissi bazen avcının atmamasına da sebep olur. Bu nadir de olsa yaşanmıştır.

Bu yakınlaşma ve avcı-av arasındaki etkileşim, bence ava duyulan isteği ve tutkuyu biraz olsun açıklıyor. Yaşlanma, kaza gibi nedenlerle ölmek yerine, şovalye ruhlu bir avcının elinde günün kahramanı olmak, bence av hayvanı için de saygıdeğer bir husustur. Bilhassa trofe avcılığında, avlanan hayvan avcı sayesinde neredeyse bir ölümsüzlüğe kavuşmaktadır. Ruhu, ölen diğer hayvan ruhları arasında özel bir yere sahip olmaktadır.

Ava çıkacak olanlara RASTGELE diyorum. Av günü geceden uyuyamayanları, sabahları tüfek, fişek telaşına kapılanları, meraya varıncaya kadar içi içine sığmayanları selamlıyorum. Yıllar sonra bile bir keklik veya çulluk kalkışının ardından aklı çıkacakmış gibi olanları, ördekler üzerine doğru yakınlaşırken neredeyse soluk almasını bile unutanları selamlıyorum.

Mehmet EKİZOĞLU

YAŞLI ADAM VE TAVŞAN

YAŞLI ADAM VE TAVŞAN

"Bu yaşta ne işin var senin avda?" diye çıkıştı hanımı. “Hiç akıl kalmadı artık, geçti senden o devirler geçtiii ! Bak hiç dinliyor mu beni?”

Yaşlı adam bir yandan çantasını hazırlarken bir yandan da acı acı gülümsüyordu. Bunca yıllık hanımıydı. Doğru söylüyordu. Artık eskisi gibi sağlam ve çevik değildi. Ama bu avcılık laf dinler, söze inanır birşey değildi ki... “Bana bir şey olmaz, ben eski toprağım” dedi yarım ağızla. Ama bunu söylerken bile, bir yandan çantayla uğraştığından nefes nefese kalmıştı. Dediğine kendisi de pek inanmadı. “Bana laf edeceğine dolaptan şu yarım helvayı çıkar da içim ısınsın” dedi. Hanımı yine söylene söylene ekmek arası helva yapmaya gitti. Helvayı eskiden beri çok severdi.

**

Yaşlı avcı içini ısıtan helvanın ağzında bıraktığı hoş tadıyla yola çıktı. Çiftesi omzunda asılıydı. Ayağındaki deri çizmeler yürüdükçe kara batıyor, yaşlı adam zorlukla yürüyebiliyordu. Köy yolundan çıkarak yavaş yavaş ardıçların başladığı ve meyve bahçelerinin bittiği meyilli arazilere doğru yöneldi. Buralarda gençliğinde ne çok avlandığını düşündü. Eskiden türlü türlü av hayvanlarının olduğu bu sırtlarda şimdi çok az hayvan kalmıştı.

Karda bata çıka yavaş yavaş yamaca tırmanmaya başladı. Bir yandan da ölen son köpeğini düşünüyordu. Elinden bir çok köpek gelmiş geçmişti. En sonuncusunu sadece sevimliliği nedeniyle almıştı. “Av yapmazsa yine de beslerim keratayı” diye düşünmüştü. Tarzan adını vermişti ona. İrlanda seterine benzeyen, yumuşak başlı, yakışıklı ve güçlü bir köpekti. Kırma gibi görünüyordu, ancak avcı onu bir av köpeği gibi yetiştirmeye kararlıydı. Onunla kaç kere ava gitmişti. Tarzan bıldırcınları sıkıp sıkıp getirdikçe sabır göstermişti. Sıkı bir eğitim sonunda havalide namlı bir köpek olmuştu Tarzan. Onunla yaptığı keklik avlarını, beklediği ördekleri, uçurduğu bıldırcınları hatırladı. Tarzan’ı özlüyordu.

**

Yaşlı avcı önündeki çalıdan korkuyla fırlayan karatavuğun sesiyle irkildi. Yüreği hızla çarpmıştı. Gülümseyerek, ciyak seslerle bir başka çalıya doğru hızla uçan karatavuğun peşinden baktı. Simsiyah tüylerini, portakal sarısı gagasını göremez oluncaya kadar seyretti. Karatavuk uzunca süzüldükten sonra birden çalının içine giriverdi.

Bir adım daha atınca bir kestane kargası bet sesiyle uçtu. “Hayvanların ürkmemiş olması iyiye işaret” diye düşündü avcı. Çalı topluluğunu geçince arkasından da üç dört saksağanın uçtuğunu farketti.

Tüfeğin askısını omuzundan indirdi. Artık avlakta sayılırdı. Mandalını yana iterek tüfeğini kırdı. Namluları iyice açarak içlerine baktı. Gün ışığı namluların içinde parıldayarak avcının gözüne kadar ulaştı. İndirdiği tüfeği kırık bir şekilde kolunun altına kıstırdı. Belindeki eski deri beldenlikte dizili olan fişeklere baktı. Yanyana duran iki fişeği özenle namluya koydu. Kapattı, namlunun kapanmasıyla çıkan tok ses hoşuna gitti. Tüfeği diğer kolunun üzerine alarak yürüyüşe devam etti.

Kar bütün gece yağmıştı. Tepelerin arasında kalan oyuklara kar dolmuş; farkında olmadan düşecek olanları bir tuzak gibi bekliyordu. Uzun otların bile sadece yalnızca üst kısımları karın üstünde kalabilmiş, gerisi ise başını eğerek karda görünmez olmuştu.

Yaşlı avcı güneşin karın kalınlığını azalttığı yerde izler gördü. Birbirine yakın iki tane yanyana, iki tane de ardı ardına izlerdi bunlar.. “Tavşan” dedi kendi kendine.. Ayak izleri birbirine yakın olduğuna göre hayvan telaşsız bir şekilde yayılmıştı buralarda... İzler küçük daireler çiziyor, gidip geri geliyordu. Eğildi, ayak izlerine dikkatlice baktı. Patilerin ucundaki tırnaklar koşarken küçük kar tutamlarını öne doğru atmıştı. Kenarları da keskindi. Bunlar yeni izlerdi. Tavşan buralarda olmalıydı.

Tüfeğini daha sıkıca kavrayarak yavaş yavaş yürümeye devam etti yaşlı adam. Uzaktaki tepelerde kar eridikçe meşeler kahverengili siyahlı belli olmaya başlamıştı. Rüzgar estikçe ağaçların ve çalıların başındaki kar yığınları yere düşüyor ve her seferinde tetikte duran avcının heyecanlanmasına sebep oluyordu.

Önündeki küçük tepeyi aşması gerektiğini düşündü. Tepenin arkası güneşi görüyordu. Kar kalınlığı fazla olmadığından yürümesi kolay olurdu. Hem de ekin tarlası nispeten düzdü. Meşeleri arkasında bırakarak tepeyi tırmanmaya başladı. Farkında olmadan nefesi sıklaştı. Sırtı karıncalandı. Galiba terliyordu. Yavaşladı. “Fazla zorlamaya gerek yok” dedi kendi kendine. Hasta olursa karısı bakmazdı, o kadar da söylemişti. Kar tepenin bu tarafını epeyce doldurmuştu. Zorlukla tepeye geldi. Yavaş hareketlerle öbür tarafa geçmeye hazırlandı.

Ekin tarlasının eriyen karları arasında bir hareket farketmesiyle tüfeğini omuzlaması bir oldu. İri bir tavşan önünden kalkmış, karda bata çıka koşmaya başlamıştı. Yaşlı avcının ilk atışıyla tavşan sola doğru manevra yaptı, ancak arkasından hemen ikinci atış geldi. Tavşan olduğu yerde debelenmeye başlamıştı. Avcı derin bir nefes bıraktı. Hemen tavşanın yanına doğru koştu. Hayvan debelenirken karının altındaki beyaz tüyleri bir görünüp bir kayboluyordu. Avcı hemen bıçağını çıkardı. Tavşanı yakaladı, ayaklarını tutarak keskin bıçağı boğazına çaldı. Koyu kırmızı bir kan çıkmaya başladı. Beyaz kar kırmızıya boyandı. Avcının elinin altındaki bacakların gücü yavaş yavaş kayboldu. Tavşanın vücudu kasılmayı bırakıp düzensiz bir seyirmeye başladı. Yaşlı avcı tavşanın ayaklarını bırakarak doğruldu. Bıçağını kara silip cebine attı.

Tavşana baktı. Epey iri bir tavşan sayılırdı. Nefeslendi. Tavşanı çevirdi, erkekti. “Bu da iyi” diye düşündü. Tavşanın sırtı siyah ve kahverengi tüylerin birleşmesi ile iyice koyu bir hal almıştı. Başına çöktü. Tekrar bıçağını çıkardı. Hayvanın karnını boydan boya yardı. İçini boşalttı ve boşalan karına kar doldurdu.

“Çok şükür” diye düşündü. “Bugün de boş değiliz”. Tavşanı inceledi. İlk atışı tavşanın sırtını saçmayla doldurmuştu. İkinci atışında da başını vurmuş olmalıydı. Kulaklarında delikler oluşmuştu. “Şimdi bunun eti amma da kanlanmıştır” dedi kendi kendine...

Etrafına baktı. Güneş yeniden kara bulutlara girmeye hazırlanıyordu. Bulutların halini beğenmedi avcı. Geri dönse iyi olurdu. Doğa bir kere daha, ona vereceğini vermişti. Tavşanı çantasının üzerine koydu, etrafına da bir iple doladı. Tüfeğine yaslanarak doğruldu, yola koyuldu. Eve dönerken gözleri, çökük yuvalarının içinde, kardaki izlere bakıyor ve hayalinde hatıralar uçuşuyordu.

Mehmet Ekizoğlu

KÜÇÜK KEKLİK


KÜÇÜK KEKLİK

Önündeki küçük taşlar bile büyük engeller gibi görünüyordu küçük kekliğe. Alayın en arkasında yürüyor ve alayın uçuşa geçmemesi için dua ediyordu. Ayakları henüz pek yumuşaktı ve bacak kasları da pek gelişmiş sayılmazdı. Büyüklerinin ayakları ona dev gibi görünüyordu. Onların ayaklarının üzerinde bir de çıkıntıları vardı. Bu çıkıntılar ona çok korkutucu geliyordu.

Alay her zaman bulunduğu dere sırtlarından yürüyerek aşağı iniyor; bir yandan son yağan yağmurdan sonra çıkan otların yeşil uçlarını topluyor, diğer yandan da etrafı dinleyerek çağıldayan dereye yaklaşıyordu. Küçük keklik önündeki yeşil otların yeni çıkan uçlarını görene kadar kendinden büyük bir keklik onu yutmuş oluyordu. Nasıl bu kadar hızlı yürüyüp otlanabildiklerine çok şaşırıyordu. Kalan parçaları yiyip hızlıca onlara yetişmeye çalıştı. Alay şimdi su kenarına inmiş, uygun bir yer arıyordu. Küçük keklik, suyun çağıldayışından korkarak biraz daha aşağı seyirtti. Dere buralarda çok hızlı akıyordu, buralardan su içmesine imkan yoktu. Biraz daha yürüdü. Sudan yosun kokuları gelen minik bir durgun girintiye yaklaştı. Burada akıntı yoktu. Çekingen hareketlerle içmeye başladı. Fazla susamamıştı, ama yine de bu tatlı sudan fazlaca içmeden edemedi.

Su içerken çevresinde hissettiği kanat sesleriyle korktu, hemen geri çekildi. Alay onun keşfettiği su birikintisine hücum etmişti. Küçük keklik nasılsa fazlaca içebildiğini düşündü. Diğer kekliklerin arkasında durarak ayak altında ezilmemeye çalıştı. Keklikler birbirinin yanında yer bularak suya hızlıca inip kalkan başlarıyla suyu küçük bünyelerine indiriyorlardı. Küçük su birikintisinin kenarında büyük bir telaş yaşanıyordu.

O sırada yakınlarda bu telaşı izleyen birisi daha vardı. Bir çakal dereye bakan sırttaki otların içinde büzülmüş, alayın su içişini seyrediyordu. Uzun süredir aç olan karnının seslerini zor bastırıyordu çakal... Kekliklerin tadını ve kokusunu epeydir duymayan çakalın burnunun iki yanında uzanan bıyıkları titremeye başlamıştı. O ne hoş bir kokuydu, o ne güzel bir tattı öyle... İnce kemiklerin dişleri arasında çıtırdaması ve sıcak kanın boğazından aşağı akması hayali çakalın açlığını iyice kamçılamıştı.

Arkasından esen sert bir rüzgar otlarla birlikte sırtındaki tüyleri de kaldırdı ve çakalı üşüttü. Artık daha fazla dayanamayacaktı. Seri ve sessizce hareket ederek kekliklerden birini yakalamalıydı. Karnını otlara yapıştırarak ön ayaklarını yere batırırcasına sürünmeye başladı. Bir yandan kulaklarını arkaya doğru yatırmış ve gözünü kuşlara dikmişti. Uzun otlar arasından iyice dere kenarına kadar yaklaştı.

Küçük keklik susuzluğunu giderdiği için yavaş yavaş otları takip ederek kurumuş bir akıntı yatağından yükseğe çıkmaya başladı. Hiç acele etmiyor, çevresine bakınarak sevdiği otların taze kısımlarını çekiştirip yutuyordu. Birden ilerideki dereye inen sırttaki otların farklı bir şekilde kıpırdadığını ve yavaşça yere yattığını farketti. Bir anda içini büyük bir korku kapladı. Kıpırdayan otların keklik alayına iyice yaklaştığını görmüştü.

Çakal iyice yaklaştığına kanaat getirdi. Biraz daha ilerlerse otlardan çıkmak zorunda kalacak ve keklikler de onu erken farkedeceklerdi. Suyun kenarında artık tüylerini temizlemeye, düzeltmeye başlayan kuşlara dikkatlice baktı. Kasları bir yay gibi gerilmişti. Aralarında en irisi gibi gördüğünü gözüne kestirdi. Ön ayaklarıyla toprağı kendine doğru çekti. Çenesini iyice öne uzatarak birden atladı.

Keklik alayı büyük bir gürültüyle dere kenarından parladı. Kanatların birbirine çarpmasından büyük bir patırtı çıkmış ve dere kenarı küçük bir toz bulutuna girmişti. Havada tüyler uçuyordu. Tozun arasında çakal kuyruğundan ve bir bacağından yakaladığı iri bir kekliği yere bastırmış, bir ayağıyla da kanadına bastırarak yeri döven bu güçlü kanadı hareketsiz hale getirmeye çalışıyordu. Sıkı sıkıya bastırdığı dişlerinin arasından özlediği o kokuyu ve tadı hissediyordu.

Küçük keklik korkuyla seyrettiği bu saldırının sonunu beklemeden alayla birlikte kanatlarını hızla birbirine çarparak uçuşa geçmişti. Korkudan geriye bakamıyordu.

Geride çakal artık sert kanat hareketlerinin yerini seyirmeler ve titremeler almış olan kekliğin cansız bedenini güçlü çeneleriyle sıkıştırmış ve geldiği tepeye doğru bir koşu tutturmuştu. İlk fırsatta düşman gözlerden uzak bir kuytu köşe bulacak ve karnının açlığını, bu mükemmel avıyla giderecekti.

Alayın diğer üyeleri set hareketlerle çırptıkları kanatlarıyla küçük kekliğin önüne geçmişler ve tepeyi aşarak süzülmeye başlamışlardı. Küçük keklik güçlükle kanatlarını çırparak tepeyi aştı ve o da süzüldü. Bayır aşağı doğru kekliklerin süzüldüğünü gördü. Kanatlarını açarak küçük gövdesini rüzgara bıraktı. Kanatları yorulmuştu. Henüz olgunlaşmamış palaz tüyleri rüzgarda kopup gidecekmiş gibi sallanıyordu. Alay süzülerek bir tepenin ardında kaybolmuştu. Onları takip etmek için biraz daha kanat çırptı. Bu küçük kekliği iyice yordu. Tepenin üzerine konuverdi. Konar konmaz hızlıca yürüyerek tepenin arkasında ne var diye baktı.

Tepenin arkası hafif yükseklikler ve aralarında yumuşak çukurlar olan güzel bir plato idi. Şimdi alayı nasıl bulacaktı? Tam bunu düşünüp korkmaya başlarken tanıdık bir ses duydu. "gak gabak gak gabak gak gabak...". Sesi hemen tanıdı, bu büyük ayaklı kart bir horozun sesiydi. Alay yeniden toplanıyordu. Sesin geldiği çalılıklara doğru seyirtti. Bir kaç keklik yanından arkasından gelip onu bu koşusunda yalnız bırakmadı. Küçük sesler çıkarıyor ve onlara, "Bensiz gitmeyin, n'olur" diye yalvarıyordu.

Keklik alayı yeniden toplanmıştı. Aralarında bir eksik vardı. Ancak alay bu saldırıyı çok fire vermeden ucuz atlatmış sayılırdı. Şimdi yaklaşan kışı sağsalim atlatmak gerekti. Heyecanları yavaş yavaş yatışıyordu. Yine de küçük ot tohumlarını kursaklarına indirirken sık sık başlarını kaldırıp etraflarına bakıyorlardı.

Küçük keklik deminki saldırıyı hemen unutuvermişti. Yine alayla birlikteydi işte. Neşeli gurultular çıkararak zıplıyor, taşların arasındaki otları, artık iyice kızarmaya yüz tutan gagasıyla çekiştiriyordu.

Doğa kendisini hemen yenilemiş; az evvel gerçekleşen müthiş olay derhal geride bırakılmıştı. Hayat devam ediyordu.

Mehmet Ekizoğlu

GEYİĞİN VEDASI

Gökyüzünde bulutlar belirmeye başlamıştı. Akşam yağmur yağacağa benziyordu. Ufuk kararmış, güneş ormanı erken terketmeye hazırlanıyordu. Kuşlar ağaçlarda alt dallara inmişlerdi bile...

Uzaktan gök gürledi.Geyik bu sene ikinci çatalı çıkan boynuzlarının dallara takılmasından çok hoşlanıyordu. Zemini yağmurlardan çamur olmuş ormanda gezinirken eğilmiş dalların altından geçmesini seviyordu. Önündeki patikaya bir girip bir çıkarak ilerledi. Patikanın kenarlarında hala yeşil kalmış dal uçlarını yemeye başladı. Yaprakların çoğu sararmış, bir kısmı da dökülmüştü.

Bu zor günlerin habercisi olan güz mevsimiydi. Geyik yeterince kilo almıstı. Kış için gereken yağ vardı vücudunda... Ormanda kış çok da zor geçmezdi. Kayaların altında her zaman yeşil kalan yosunlar ve küçük otlar bulunurdu. Genç fidanların kabukları da günlük kış yemeklerindendi. Bütün ormanın yeşereceği o güzel bahar günlerine kadar bunlar geyiğin karnını doyurmasına yardımcı olurdu.

Gök bir daha gürledi, bu sefer daha yakındı. Küçük damlalar geyiğin gözüne ve burnuna vurmaya başladı. Geyik ıslanmaktan rahatsız olmuşa benzemiyordu. Yağmur hızlanıyordu. Geyik düşen yaprakların kapattığı patikada yavaşça ilerlemeye başladı. Karnı daha doymamıştı. Bu yağmurda düşmanlarının ormanda gezmeyeceğini biliyordu.

Biraz daha cesur davranabilirdi. Patikanın sonunda bir açıklık görünüyordu. Geyik bu acıklığın sonunda ne oldugunu iyi biliyordu. Burası onu her zaman korkutan, ama bir o kadar da çekici gelen mısır tarlasıydı. Yağmurla birlikte güzel bir toprak kokusu ve mısırların nemli kokusu geyiğin burnuna geldi. Tarlanın diğer ucunda da insanların yaşadığı bir ev görünüyordu. Kırmızı çatısı ve etrafındaki çitlerle geyiğe her zaman çok farklı ve ürkütücü görünmüştü. Bu gün acaba biraz mısırlardan dişleyecek cesareti toplayabilir miydi?

Geyik ürkek ürkek bir iki adım attı, başını ileri uzatarak havayı kokladı. Nemli toprak ve mısır kokusundan baska bir koku alamadı. Yağmur kokuları gizliyordu. Bu geyiği cesaretlendirmişti. Tarlanın kenarına yaklaştı. Artık kurumuş ve yer yer kırılmış mısırlara baktı uzun uzun... Çevresini dinledi. Yağmurun mısır yapraklarına tıpır tıpır vuruşundan başka ses yoktu. Mısırların altlarında kalmış küçük bir koçanı dişledi, kurumamıştı bu koçan... Zevkle çiğnedi. Ağzını mısır taneleri ile yağmur suyu doldurdu. Keyifle başını salladı. Boynuzlarının değdiği mısırlar çatırtı çıkararak sallandı. Kendi çıkardığı sesten kendisi ürktü geyik... Çiğnemeyi keserek tekrar kulak kabarttı.

Sessizlik geri dönmeye hazır bacaklarına tekrar güven verdi. Hava kararmıştı, artık gölgeler konuşuyordu.Bir büyükçe koçana daha uzandı. Koçanı rahat yiyebilmek için bir kaç adım attı. Şimdi boynu ve başı tarlanın içerisindeydi. Yine de içinde bir korku vardı. Kütür kütür mısırı yerken bacakları titriyordu.

Dannn!!

Silah sesiyle tüm kuşlar ağaçlardan havalandılar. Geyik karnında müthiş bir şokla havaya sıçradı. Yere düşmesiyle kalkması bir oldu. Tüm gücünü bacaklarına verdi, ormana doğru sıçradı. Karnındaki şok dayanılmaz bir acıya dönüşmüştü. Yatağına doğru var güçüyle koşarken geriden yine bir patlama sesi duydu.

Dannn!

Geyik ormanda koşarken bütün seslerin yavaş yavaş kesildiğini hissetti. Yağmur dinmişti. Karnı iyice ağırlaşmıştı. Sanki vücudu yere sarkıyordu. Bacaklarındakı bitmez sandığı güç yavaş yavaş kesiliyordu. Bir sık çalılığın dibinde eskiden yattığı bir yeri farketti. Çalıları zorlukla aşarak otların hala yatık olduğu yere ulaştı. Kendini yere attı.

Ormanın derinliklerinden köpek sesleri gelmeye başlamıştı. Kalkması gerekiyordu. Diğer yandan karnındaki ağrı bütün vücudunu sarmış, başını bile kaldıramayacak duruma gelmişti. Karnından boynuna doğru siyah bir sıvı akıyordu. Gözlerini kıstı geyik...

Ağzında hala mısır taneleri vardı.Artık ayaklarını hissetmeyen geyik boynunu ileri uzatmış yatıyordu. Gökyüzü açılıyordu. Bulutların arasından ayışığı çarptı geyiğin gözüne.. Ay geyiğe gülümsüyor, "bırak kendini" diyordu. Geyiğin zaten tutacak hali kalmamıştı. Ağaçların karanlık gölgelerine baktı. Rüzgar ıslak ormanın tüm güzel kokularını geyiğin burnuna ulaştırdı. Başını yana düşürdü, boynuzuna dayandı.

Gözlerini açık tutmak için büyük bir çaba gösteriyordu. Artık acı hissetmiyordu. Sadece bir halsizlik vardı. Sanki bütün vücudundan yavaş yavaş canı çekiliyordu. Sürmeli gözlerini tekrar ağaçlarda gezdirdi geyik... Dünyaya veda etmekte olduğunu biliyordu. Bir daha göremeyeceği otluklara, sabahları erken su içtiği küçük dereye, dişi geyiklerin kokusunu aradığı tepeye veda etti.

Kapattı gözlerini geyik...

Mehmet Ekizoğlu

AV TUTKUSU


AV TUTKUSU

"Hepimiz avcıydık ve o harika şeyin, avın başlangıcındaydık. Avlanma hakkında yazılmış o kadar mistik saçmalık vardır ama av herhalde dinden daha yaşlıdır. İnsanların bazıları avcıdır, bazıları değildir."
...
"Önünde yeni, taze, bilinmeyen bir gün olan avcılar kadar belki de kimse mutlu olamazdı."

Diyor üstat Hemingway... Gerçekten de mistik zırvalıklardan sıyrılıp avın kendisini anlamaya çalıştığımızda, insan doğasından başka bir şey çıkmıyor ortaya. İnsanların avcılığı, insanın dünyaya gelmesinden pek kısa bir süre sonra başlamış bir olgu. Bu nedenle insanın doğası ile avcılığı birlikte gelişip büyümüş; medeniyet ile birlikte avcılık bilgisi ve kültürü de birikmiş.

Ava çıkmak için, sezon öncesi başlayan hazırlıkları saymazsak sürekli bir düşünce çalışması var kafamızda. Düşüncelerimiz diğer unsurlarla, artık av ile ilişkili oldukları kadar ilgili.. Aksi takdirde sadece av dışındaki yaşamımızı sürdürecek kadar diğer şeyleri düşünüyoruz. O nedenle ava giderken pikniğe veya meyhaneye gider gibi hazırlık yapanları pek kabul edemiyorum. Bu zihinlerini ve zamanlarını başka şeylere ayırdıklarını gösteriyor. Türlü ihtimaller kafamızdan gelip geçiyor, hepsine göre değişik çözümler üretiyoruz, elimizde ne var ve daha neye ihtiyacımız var, sürekli bir hesap makinası gibi işliyor zihnimiz.

Mutlu muyuz? Evet, hem de hiç olmadığımız kadar... Bizi mutlu eden, içimizi kıpır kıpır eden nedir? Atış heyecanı mı? Nişancılığımızı gösterme hevesi mi? Bence bunlarla pek az ilgisi var içimizdeki çocukça bayram heyecanının.. Bizi heyecanlandırarak mutlu eden, kan akışımızı hızlandıran şey, yine bilinmeyene ve yeniye olan ihtiyacımız olabilir mi? Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir soru. Sabahleyin kümeste gördüğünüz sülünlerin beş on tanesinin önünüze salınması ile onların peşine düşmeniz, olan bitenden pek haberi olmayan köpeğinizden başka kimi fazla heyecanlandırır? Ortada bilinmeyen, sürpriz olan, biraz endişelendiren, biraz da korkutan hiç bir şey yoktur. Sülünlerin aslında renkli birer tavuk olduğunu, tahminen nerede ve kaç tane olduklarını bilmektesinizdir.

Buna karşın yaban tam tersidir. Avcı yabana çıktığında karşısına neyin çıkacağını bilememektedir. Onun için "Rasgele" sözü ortaya çıkmıştır. Dakikalar geçtikçe avcı daha da heyecanlanır, heyecandaki endişe miktarı artmaya başlar. Avı bulamama, avın en sık rastlanan gerçeklerinden biridir. Avın bulunamaması durumunda yine de avlanılmış olur. Taban eti hikayesi hatırlansa da, yine avcının içi buruktur. O durumdaki bir avcı ile keyifli bir akşam sohbeti yapmak mümkün değildir. Çünkü avın amacı avı bulmaktır ve eksik kalan birşeyler olmuştur.

Bilinmeyen ve el değmemiş olan bir av günü, yaşanacak bir gençlik gibi avcının önünde uzanmaktadır. Avcı bunun tadını çıkardığı ölçüde, hoş sürprizlerle karşılaştığı ve bu sürprizleri değerlendirebildiği ölçüde mutlu olur.

Avcının karşısına avı birden ortaya çıkar. Bunun belirtileri değişik ölçülerde her zaman vardır. Ördeklerin uçuşunun izlenmesi, kopoyların sesinin dinlenmesi, tavşan izinin sürülmesi gibi. Ancak yine de avın ortaya çıkması hep ani olmuştur. Bu biraz da avın tepkisinden kaynaklanır. Av hayvanı da kendisinin av olduğunun farkındadır ve bunu değiştirmek için ani hareket etmelidir. Bana göre avın eğer varsa kutsal anı, avcının avıyla ilk karşılaştığı, mümkün olduysa gözgöze geldiği andır. Bu anda av hayvanı hayatının en endişeli bakışını avcıya doğrultmuştur. Hayatı kanatlanmak üzere olan bir kuş gibidir. Vücudu kaçmak için gerekecek tüm enerjiyi, kanatlara veya bacaklara sevketmiştir. Gözlerinde korku, endişe, heyecan, belki de biraz öfke vardır.

Avcının tarafında ise farklı gelişmeler olmaktadır aynı anda. Avcı, avıyla ilk karşılaştığı anda, ne kadar hazırlıklı da olsa bir şaşkınlık, bir sıçrama yaşar. Elinde olmayan hareketler, refleksler devreye girmiştir. Avcı silahını omuzlamış, avına doğrultmuştur bile. Burada avcı ne düşünür, ne hisseder? Yüreğin yerinden fırlayacak gibi atması, yani heyecan doğaldır ki en başta olan gelişmedir. Avcı merhamet hissi olmadan ateş eder. Merhamet hissinin tetiği çeken parmağı etkileyecek kadar hızlı bir şekilde beyne hükmetmesi mümkün olmamaktadır. Ondan önce tetiği çekmesini emreden refleks ve içgüdü çoktan işi bitirmiştir ve tetik çekilmiştir. Belki de bazı durumlarda araya görme duyusu girerek refleksi önleyebilmektedir. Bu da istenmeyen durumların önüne geçilmesinde yararlı olmaktadır. Örneğin avı yasaklanmış bir hayvan olduğunun farkedilmesi gibi.

Avcı ne kadar tecrübeli olsa bile ve avıyla ilk karşılaştığı an ile tetiği çekmesi arasındaki zamanı uzatarak bu araya profesyonellikten kaynaklanan, doğru nişan alma, doğru pozisyonu bekleme gibi unsurları eklese de bu aranın uzamış olması hareketlerin refleksten çıktığını göstermez diye düşünüyorum. Çünkü bu hesaplar, daha önceden düşünülmüş olasılıkların üzerine yine daha önceden düşünülmüş çözümlerdir. Zaten önceden bunlar hesap edilmemiş olsaydı, çabuk refleks verilerek hızla ateş edilirdi sanıyorum. Buna belki de hesaplanmış refleks diyebiliriz.

Avcı avının gözüne baktığında bu nedenle bir şey hissetmez sanıyorum. Çünkü bir anlığına avcı-av ilişkisi tüm dünyanın üzerine çıkmış, tüm duyguların önüne geçmiştir. Büyülü bir makine çalışmaya başlamış ve iki canlıyı etkisi altına almıştır.

Avın çok önemli anlarından biri de avın elde edilmesi anıdır. Av hayvanı, eğer başarılı bir av olmuşsa, son nefesini bulunduğu yerde vermektedir. Hayatının sona erdiğini, canının teninden süratle kayıp gittiğini farketmektedir. Buna karşı yapabileceği bir şey olmadığını kavramıştır. Belki de son kez yaşamını geçirdiği yerlere, gökyüzüne, ağaçlara bakmaktadır. Kanının aktığını, içindeki dayanılmaz acıları hissetmektedir. Birazdan acıları son bulacak, çayırları, ormanları, gökyüzünü, hemcinslerini, dünyayı bir daha göremeyecektir.

Avcının iç dünyası ise tarifi imkansız heyecanlara karışmıştır. Avını elde etme düşüncesi, iyi vuramamış olma, belki de kaçırmış olma endişesi birbiri içinde kaynarken avına doğru süratle gitmektedir. Bu gidiş dahi reflekse bağlıdır. Amaç yalnızca elde edilen avın başına gelmektir. Bu yapılırken ayağa batan dikenler, çarpan taşlar farkedilmemektedir.

Elde edilen avın başına gelindiğinde ise avcının içini gurur, sevinç, merak duygularının bir karışımı etkilemektedir. Avını inceler, onu okşar, tüylerini düzeltir, boynuzlarını okşar. Ona saygı duyar, onu çok sever. Avı onun ortağı gibidir. Bunun için vicdanının derinliklerinde küçük bir sızı sürekli sızlar, öncekilere eklenir. Bundan sonra mantığı ve iradesi tekrar hakimiyeti ele geçirir ve avın taşınması, etinin ya da trofenin elde edilmesi fikirleriyle yeniden beyni çalışmaya başlar.

Bilinmezliğin bittiği bu noktadan itibaren, avcı gittikçe artan bir dozda bundan sonra yeni bilinmezliklere ve yeni av günlerine hasret duyacaktır. Bu hasreti de onu yeni avlara götürecektir. Avcılığa bu şekilde yaklaşmayanlar elbette ki vardır ve olacaktır. Nahoşun emsal olmayacağı gibi, istenmeyen tarzın yazılması da bir nevi teşviktir. Özlenen, istenen vakti geldiğinde saygı duyulması gereken tarzda olmalıdır. Her kavuşmada heyecan vardır, kavuşmanın heyecanı kavuşulanın değerini düşürmemelidir.

Avcılara Rastgele


Mehmet Ekizoğlu

BİR ZAMANLAR AMERİKA …




BİR ZAMANLAR AMERİKA …

Bundan yüzyıllar önce, Amerika kıtasına bu ad verilmeden çok önceleri bu kıtada yaşayan insan ve hayvanlar kıtalarının gerçekte bir kıta olup olmadığını bilmiyorlardı. Aslında beyaz adam gelmeden önce bunun bir onemi de yoktu. Beyaz adam geldikten sonra ise, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Uçsuz bucaksız kırlar ve zirvesi görünmeyen dağlar bu bilinmeyen kıtanın sadece bir bölümün oluşturuyordu. Bir yandan kutup dairesine uzanan soğuk topraklar, güneye doğru indikçe yeşilleniyor ve dünyanın gorebileceği en büyük ve en uzun ağaçları içinde yaşatan ormanlar, toprağa bir ışık huzmesi bile göstermiyordu. Daha da güneyde ise yüzlerce kilometre boyunca tek canlı göremeyeceğiniz çöller ve akarsular ve erozyonun birlikte oluşturmayı başardığı kanyonlar bu güzel ülkenin çehresini süslüyordu.

Kuzeyde fazla insanin yaşamadığı yerlerde binlerce bireyden oluşan Caribou geyiği sürüleri yıllık göçlerini yaparken, bu göçe dayanamayacak olan yaşlı ve hasta geyiklerin yanısıra yeni doğan ve henüz koşmayı öğrenen yavruları da gözleyen kurtlar kah pusarak kah koşarak nafakalarını çıkarmaya ve yeni doğan yavrularını beslemeye çalışıyorlardı.

Çok da uzak olmayan bölgelerde kuzeye yumurtalarını bırakmaya çıkan ve akıntının tersine doğru yüzen somon balıklarını son derece aç bir şekilde bekleyen Grizzly ayıları karşılıyordu.Kuzeyin büyük baş hayvanı Moose geyiğinin dev boynuzları ile süslenen Alaska aksamları Kuzey Işıkları ile bir başka melankolik ediyordu Inuit yerlilerini...

Bu büyük ve büyüleyici kıtanin derinlerinde kanyonlar arasında uçsuz bucaksız uzanan kırlarda uçarcasına birbirleriyle yarışan Pronghorn Antilopları kısa hazırlanmak için et kurutmak zorunda olan Siu Yerlilerine zorlu bir av teşkil ediyorlardı. Ancak yerlilerin et için daha iyi kaynakları da vardı. Ellerinde mızrak ve oklarıyla otlar arasında sine sine ilerleyen kabilenin avcıları, önlerinde simsiyah bir duvar gibi uzanan müthiş bir sürüye doğru yaklaşıyordu. Bunlar Buffalo'ydu. Ucu bucağı görünmeyen bu kırlarda milyonlarcası biraraya gelebilen bu toprakların tüylü ve güçlü otyiyeni ne yazık ki pek iyi göremiyordu. Bu nedenle daha cok koku ve duyma yeteneğine güvenen bu boynuzlu gemi, aynı zamanda talihsiz bir panik duygusuna da sahipti. Yerlilerin birisinin bir hareketiyle binlerce bireyden oluşan sürünün onlar için hazırlanan uçuruma doğru sürülmesi ve yine yüzlercesinin uçurumdan düşerek ölmesi hiç de zor olmuyordu. Bu sayede yerliler kişi av etiyle ve buffalo derisi kıyafetleriyle rahatlıkla geçirebiliyordu.

Biraz daha yukarılara doğru çıkıldığında ise toprak biraz değişiyor ve ufak çalılar küçük ağaçlıklara dönüşüyordu. Buralar sert iklimin ve zor arazinin ustası olan Black Tail Geyiğinin eviydi. Boynuzları her sene büyüyerek dişileri büyüleyecek olgunluğa erişmiş bir black tail, sert yapısı ve sağlam bacakları ile değme yırtıcılara pabuç bırakmazdı. Onun yakın akrabası olan White Tail geyıği ise daha cok sık ormanları tercih ediyor ve yeşil perdelerin arkasında bir görünüp bir kaybolan bir peri gibi ormanın ruhuna güzellik üflüyordu. Ağacın başında iyice gizlenmiş ve ava çıkmadan önce yeterince dans etmiş olan yerli avcı, bu periyi evine götürebilmek için ikna yeteneğini değil sessizliğini ve ok atma kabiliyetini kullanmak zorundaydı. Yine de white tail geyiğinin sese ve görüntüye karşı iki üç saniyelik merakı çoğu zaman yerlilere bekledikleri firsatı verirdi.

Ormanların ve çalılıkların biraz üzerine, yükseğe çıkıldığı vakit, güz aylarında iseniz derin bir çığlıkla ürperirdiniz. Bu yüksek yaylaların en büyük otoburu, boynuzlu yaratıkların en güzellerinden birisi olan Elk Geyiği boğasının cevresine hükümranlığını ilan etme yöntemidir. Elk geyiği yüzyıllar önce hem yüksek bozkırlarda; hem de dağların ulaşılmaz kuytularında kendi krallığında yaşayan yeleli bir geyikti. Genelde sürü halinde yaşayan bu güçlü hayvanın zayıf yani yine sürü içgüdüsüydü. Sürüye liderlik eden boğanın ani ölümü veya yaralanarak suruyu yolda bırakması, bütün sürüyü onu alınmaz bir paniğe sürüklerdi. Bu panik anında da sürünün tamamen yok olması hiç de beklenmeyen bir sonuç değildi. Bu zayıflıklarına karşın yerli avcılar böyle bir yola katiyen başvurmazlar ve avladıkları hayvanların ruhlarının rahatsız olmaması ve ilerideki avlarında kendilerine destek olması için ihtiyaçları kadar avlamaya ve vurulan hayvanı onurlandırmaya özen gosterirlerdi. Yenilen geyiğin kemikleri ormana gömüldüğü takdirde ertesi bahar bu hayvan kendi kemiklerinden tekrar doğabilirdi.

Elk geyiğinin muhteşem boynuzlarını gururla kaldırarak böğürdüğü bu yaylaları bırakarak daha yükseğe, kayaların yağan kar ve buzla eridiği yüksekliklere, zirvelere yaklaştığınızda görünmeyen otların peşinde bir balerin gibi sakince dans eden bir muhteşem yaratik daha görürdünüz. Bighorn Koyunu. Yükseklerin bu erişilmez kıvrık boynuzlu güzelliği, bulunduğu yerlerde cok az olan yırtıcılarla değil mevsimlerle boğuşurdu. Kışı çok sert geçtiği mevsimlerde ot bulabilmek için asağılara inmek zorunda kalan bu sert hayvan bu sefer pek de avantajlı olmadığı bu bölgelerde Mountain Lion denilen bir çeşit dağ aslanıyla karşı karşıya kalabiliyordu ve bu karşılaşmalarda aslan genellikle pusuda oldugundan zavallı koyunun pek de şansı kalmıyordu.

Hiç bir zaman birbirlerinin nesline kast etmeden çizilen sınırlar içerisinde yaşayan bu hayvanlar ve hayat tarzı ve felsefeleri onlardan pek de farklı olmayan Amerikan yerlileri, bir gün ellerinde şimşekler saçan demirleriyle, kafalarında ilginç başlıklarıyla bilmedikleri bir dilde konuşan ve ilk başta sempatik ve zayıf görünen beyaz adam ile karşılaştılar. Nüfusunun azlığından dolayı, burada yaşamakta usta olan yerlilerle dost olmaya çalışan beyaz adam, büyük denizin öteki tarafından gelenlerle çoğaldıkça ve güçlendikçe büyük toprakların doğusundaki verimli arazilere sığmamaya ve birbiriyle kavga etmeye başlamıştı. Artan nüfusu doyurmaya yetmeyen az kaynaklar ve açılan sınırlı toprak, bu aç yeni kitleyi sinirli bir hale getiriyordu.

Liderleri çok geçmeden yeni yerlerin yerleşime ve tarıma açılması gerektiği kararına vardılar. Bunun için yerlilerin atalarının ruhlarıyla ve av hayvanlarıyla barış içinde yaşadıkları toprakları bırakmalarını beklemek veya onları buna zorlamak gerekiyordu. Birincisi olmayacağı için hemen ikinci seçenek denendi. Ateş saçan demirler calışmaya basladı. Yerlilerin bu yeni silahları öğrenmesi fazla uzun sürmedi, ancak artık saat onların aleyhine işlemeye başlamıştı.

Batıya doğru hücümda en büyük aşama demiryolu ile kaydedildi. Bu sayede gidilemeyen toprak kalmadı ve götürülemeyen eşya veya silah da kalmadı. Demiryollarında işleyen trenler, buffalo sürülerini önce böldü, daha sonra da binlercesi vurularak oracıkta ölüme terkedildi. Buffalolar sadece beyaz nüfusu beslemek için öldürülmüyordu. Buffalolar hem işgal ettikleri bölge itibariyle; hem de dietleri nedeniyle beyaz adamın sığır sürülerine büyük bir rakipti. Buffalo sürüsünün oldugu yerde sığıra yer yoktu. Bir başka neden de, buffalo sürüsü demek, kışı geçirebilen ve kendileri için hazırlanan toplanma yerlerine gitmeyi reddeden yerli kabileleri demekti. Bu muazzam yiyecek kaynağı bitirildiğinde, yerlilerin atalarının toprağını bırakıp istenilen yerlerde ölümü beklemekten başka çareleri kalmayacaktı.

Öyle de oldu. Buffalolar atla, trenle, at arabasıyla takip edildi. Milyonlarcası öldürüldü. Çok azı yenebildi. Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde artık Amerika kıtasında buffalodan bahsetmek mümkün değildi. Bu gösterisli hayvanın milyonlarca boynuz halinde ufku doldurduğu ve geçerken yerleri titrettiği dönemler geride kalmıştı. Sıra elk geyiğine ve daha sonra black tail ve white tail geyiğine geldi. Tuzakçılar, dericiler, göç edenler, maceracılar, para için avlananlar sırayla bu nadide hayvanların peşine düştü. Bu hayvanların yanında kazlar, ördekler, yaban hindileri, sharptail grouse, rakunlar, vaşaklar kısacası tüm yenebilen ve kürkü olan hayvanlar bu kampanyaya konu oldular. Şehirlerde av etinden ucuz bir şey yoktu. Büyük şehirlerde kibar bayanlar sapkalarına tüy beğeniyor, kürkleriyle birbirlerine nazire yapiyorlardı. Amerikan yaban hayatı can çekişiyordu.

II. BÖLÜM

1898 yılında ABD'de daha öncekilerden çok daha genç bir adam meydanları dolduran kalabalığa coşkuyla sesleniyordu. New York kökenli bu sert görünüşlü adam, ABD'nin o güne kadar ki en genç başkanı olacaktı.

Bir savaş kahramanı olan Theodore Roosevelt, New York'ta zengin ve mutlu bir hayata daha yeni başlamışken annesini ve eşini aynı günde kaybetmişti. Bundan sonra New York'u terkederek yeni satın aldığı Kuzey Dakota'daki çiftliğe yerleşen genç adam, bu ıssız kırlarda hayvancılığa başladı. Amerika'nın yaban hayatı açısından el değmemiş sayılabilecek Badlands denilen yörelerinde hayvancilik yapan Roosevelt, Kuzey Dakota'niın av hayvanların keşfediyordu. Burada iki yıl boyunca neredeyse Amerika'nın tum av hayvanlarını gerçek habitatlarında görme ve avlama imkanı bulan Roosevelt aynı zamanda bu büyük zenginliğin insan eliyle nasıl yok edilmeye başlandığını ve ekonomik ve siyasi nedenlerle yaban hayatının yaşama alanlarının nasıl ellerinden alınarak şehirlere, tarlalara ve otlaklara dönüştürüldüğünü de gördü. 1887'de bu gidişin önüne geçebilmek amacıyla arkadaşlarıyla birlikte Boone and Crocket Kulübünü kurdu. Bu Kulup daha sonra ülkenin en güclü sivil çevre koruma ve yaban hayatı lobisi durumuna gelecekti.

Kısa bir süre sonra Amerikan İspanyol savaşından döndükten sonra politikaya soyunan Roosevelt, 1901 yılında Başkan seçildi. Başkan olduktan sonra Amerikan doğal hayatı konusundaki fikirlerini hayata geçirme imkanı bulan Roosevelt öncelikle Amerikan Federal Orman Idaresini kurdu. Ormanları ulusal hazine ilan etti. Askeri birlikler ve sivillerce buffaloların katledilmesini durdurdu.1906 yılında yasa ile 18 ulusal doğal anıt ilan etti. Niagara Şelaleleri ve Grand Kanyon da dahil olmak üzere beş adet binlerce kilometrekarelik Milli Park ve 51 tane de yaban hayati rezerv sahası kurdu. 1908 yılında Ulusal Koruma Kongresini toplayan Başkan, bu Kongre sonrasında bütün eyaletlerin kendi yaban hayatı idarelerini kurmalarını sağladı.

8 yıllık başkanlığında federal koruma arazileri 90 milyon hektardan 400 milyon hektara çıkmıştı. Bugün ABD'de nesilleri tehlikeye girmeden yaşamlarını sürdüren bir çok yaban hayvanı türü bunu Theodore Roosevelt'in uzak görüşlü tedbirlerine borçludur. Kuzey Dakota'da bugün bir Milli Park, ABD ve dünya tarihinin bu büyük avcısı ve korumacısının, Roosevelt'in adını taşımaktadır.

Günümüzde ABD'de avlanmak serbesttir. Her eyalet kendi avcı eğitimi, lisans ve paralı izin programlarına, koruma tarih ve sezonlarına uymaktadır. Avcılar bu kurallara uyarak istedikleri eyalette sezonları içerisinde avlanabilmektedir. Geçmişte soyları tükenme noktasına gelen bir çok hayvan bugün bu tehlikeyi atlatmış durumdadır. Yaban hayatı yönetiminde bilimsel yöntemlerin yaklaşık 80 yıldır uygulanıyor olması, avcı eğitimlerinin yaklaşık aynı tarihlerde başlaması ve koruma alanlarının genişliği bunu sağlamaktadır.

Bugün ABD'de 30 milyon civarında White Tail geyiği olduğu hesaplanmaktadır. Elk geyiği 1.5 milyon dolayındadır. Bir zamanlar tükenme noktasına gelen buffalo bugün ABD'nin her yerinde bulunmakta ve yaklaşık 500,000 dolayında hesaplanmaktadır. Buna özel çiftliklerde et için yetiştirilenler dahil değildir. Kanada kazlarının sadece ABD içinde kalan nüfusunun 2.5 milyon dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Her yıl avcılar tarafından avlanan geyik sayısı 4 milyon dolayındadır. Bu senelerdir aynı düzeyde gitmekte ve geyik sayısı her yıl artmaktadır. Amerika'da bugün araba çarpmaları, şehirlerden yaban hayatına bulaşan hastalıklar, piknikçilerin veya fotoğrafcıların doğada yaban hayvanlarından korunması, geyiklerin bahçelere verdikleri zararlar gibi konular avcılıktan daha önde gelen yaban hayatı sorunlarıdır. Artık sadece avcılar değil, yaban hayatından tüm yararlananlar bunun ücretini ödemektedir. Bu fonlar bütçeye değil doğrudan eyaletlerin yaban hayatı programlarına gitmektedir. Bu sayede yerel yönetimler biyolog, zoolog, mikrobiyolog gibi uzmanları ise alabilmekte ve yerel araştırmalar yaptırarak bölgesel tedbirler alabilmektedir. Yaban hayatı hem Federal yetkililerce, hem de Ducks Unlimited gibi, Rocky Mountain Elk Foundation gibi gönüllü avcı kuruluşlarınca yakından izlenmektedir. Yaban hayvanlarını tehdit edecek herhangi bir hastalık gibi, artan araba çarpmaları gibi unsurlar araştırılarak önlemler alınmaktadır.

ABD'de babalar hala çocuklarını balık tutmaya ve ava götürmektedir. Bu eski Amerikan geleneği, büyük şehirlerde olmasa da ABD'nin çoğu yerinde devam etmekte ve Amerikan insanı yaban hayatıyla içiçe yaşamaktadır.

Mehmet Ekizoğlu

II.Bölüm için yararlanılan kaynaklar

Swan, James. In Defense of Hunting, HarperSanFrancisco, 1995.
Roosevelt, Theodore. Hunting Trips of a Ranchman, G.P. Putnam's Son, 1885.
U.S. Federal Fish & Wildlife Service Web Site.

SON TAVŞAN

SON TAVŞAN

Önümüzdeki tepeyi tırmanmakta olan tavşanı tüfeğin üzerinden seyrettim. Kulaklarının arkasındaki ve sırtındaki siyaha çalan tüyleri koşusunda daha bir güzel görünüyordu. Uzaktan kalkmıştı. Atsam belki de şans eseri vurulacaktı. Ama daha büyük bir ihtimalle de bir kaç saçma yiyerek yoluna devam edecek ve bu bir kaç saçma hayvana acı çektirmekten başka bir işe yaramayacaktı. Tüfeği yüzümden indirdim.

Tepeleri kaplayan bodur ağaçların alt dalları birer kuru çubuk halindeydi. Yetişme fırsatı bulabilen çam ağaçları telgraf direği gibi kalmışlardı. Yerde ot namına bir şey yoktu. Her yer koyun, keçi ve sığır sürülerinin günde iki kere üzerinden geçtiği çamurlu patikalarla doluydu. Köye yakın yerlerde ağaç da kalmamıştı, çalı da... O son kalan tavşan da ne yer, ne içer bilmiyorduk.

Boş yere dolandığımız dağın etrafından tekrar aynı yere geri döndüğümüzde tavşan bir kere daha kalktı. Tüfeği yine refleksle omuzlamış, ancak zaten uzaktan kalkan kurnaz tavşanın bir anda gözden kaybolmasıyla tekrar indirmiştim. Biraz da bu kahraman tavşana silah atmak içimden gelmemişti.

--

Uzaktan çok çekici gelen meşeliklere geldiğimizde içim kıpır kıpırdı. Burada hem keklik, hem de tavşan olmalıydı. Yerdeki eşelemelere bakılırsa domuz bile mevcuttu. Uzaktan kışın büründüğü pas rengiyle muhteşem görünen meşe ormanı, yanına varınca üzüntüsünü hemen belli etti. Meşe korularının arasına önce hain bir bıçak gibi giren ekin tarlaları, her geçen sene kenarlarındaki bir sıra meşe ağacını kurban alarak hükümranlık alanlarını artırıyordu.

Anadolu köylüsü önce kendi köyünün etrafındaki erişebildiği yerleri dağ taş demeden tarlaya çevirmiş, ormanı çöle döndürmüş, şimdi de traktörünün sağladığı teknolojik imkanları kullanarak uzaktaki doğal yapıyı bozmakla uğraşmaktaydı. Kekliğin, tavşanın, ardıç kuşlarının kaybettiği yaşam alanları, olan bitenden haberi olmayan şehirdeki insanların "kepekli ekmek" ihtiyacını gidermek için tarla haline geliyordu.

Meşeliklerde ne bir keklik vardı, ne de bir tavşan... Yine o Anadolu köylüsü her kar yağdığında peşine düştüğü tavşanların, su başında vurduğu, küçücük yumurtasına tamah ettiği kekliğin kökünü kazımıştı. Geceleri dağlarda gezen projektörler, yaban hayatının sonunun başlangıcını ilan ediyordu.

Mehmet Ekizoğlu