19 Ağu 2013

"DAĞ GİBİ DÜŞÜNMEK"


Bir Aldo Leopold Denemesi

Aldo Leopold, günümüzde kullandığımız anlamda çevreciliğin ve korumacılık fikrinin babasıdır diyebiliriz sanırım. Kendisi aynı zamanda ABD’de yaban hayatı yönetimi disiplininin babası kabul edilmektedir. 1948 yılında dünyamıza veda eden Leopold, bugün çevreci yazının ilk eserlerinden kabul edilen ve korumacı düşüncenin felsefesini oluşturan “A Sand County Almanac” kitabının yazarıdır.

Bu yazımda, Leopold’ün bu kitabının “Dağ Gibi Düşünmek[1] adlı bölümünde anlattığı konuları işlemek istiyorum. Leopold’ün mirasını ise başka bir yazımızda konu edelim.

Aldo Leopold, bu yazısında o dönemlerde pek yaygın olmayan bir düşünce olan doğanın dengesini felsefi açıdan anlatmaya çalışmakla başlar. Dünyanın içerisindeki karşıtlıkları ve uyumsuz görünen unsurların aslında bir uyum içinde yaşadıklarını ortaya koyar ve bunu “yalnızca dağ, bir kurdun ulumasını tarafsızca dinleyebilecek kadar uzun yaşamıştır” şeklinde ifade eder. Yazar bunu bir kurdun ölümüne tanık olduğu anı anlatarak derinleştirir.

Leopold, 22 yaşında genç bir biyoloji mezunudur ve  arkadaşlarıyla ava çıkmıştır. Yüksek bir kayanın üzerinde öğle yemeklerini yemektedirler. O sırada aşağıda kendilerine doğru gelen, önce geyik sandıkları şeyin kurt olduğunu görürler. Dişi kurdun arkasında da altı tane yetişkin genç vardır. O zamanlar kimse bir kurt görünce öldürmeden geçmemektedir. Leopold ve arkadaşları hemen silahlarına davranarak kurt grubuna ateş etmeye başlar. İlk başta tepeden aşağıya isabetli atış yapmada biraz zorlansalar da tüfekleri boşaldığında dişi kurt yerde yatmaktadır. Genç kurtlardan birisi de yaralı bacağını kayalıklara doğru sürüklemektedir. Dişi kurt ölmeden yanına vardıklarında, Aldo Leopold kurdun gözlerindeki “yeşil ateşin sönmekte” olduğunu izler. Bu Leopold’ün daha önce görmediği, ancak dağın ve kurdun bildiği bir şeydir. Leopold itiraf eder; “O zamanlar gençtik ve tetik parmağımız sürekli kaşınıyordu. Daha az kurt demek daha fazla geyik demek diye düşünüyordum. Hiç kurt olmaması ise avcıların cenneti olmalıydı. Ancak kurdun gözündeki yeşil ateşin ölümünü  gördüğümde anladım ki, böyle bir fikri ne kurt, ne de dağ paylaşmıyordu”.

O tarihten sonra da devlet, Wisconsin Eyaletindeki kurtları kökünü kazımıştır. Aldo Leopold ise önce geyik sürülerinin artışını, daha sonra geyiklerin bütün dağlardaki ağaçları ve çalıları yok edişini ve daha sonra da açlıktan ve hastalıktan bütün sürülerin geride kemikler bırakarak mahvoluşunu görecek kadar yaşamıştır. “Geyik sürüsü nasıl kurtların korkusuyla yaşıyorsa, dağ da kendi geyiklerinin korkusuyla yaşamaktadır. Belki de kurtlar tarafından öldürülüp yenilen bir geyik iki ya da üç yılda yerine gelse de, geyik sayısının fazlalığı nedeniyle bozulan bir yaşam alanının eski halini alması on yıllar sürmektedir.”

Leopold bu yazısında dağın yani doğanın, bitki örtüsü, yırtıcıları ve diğer faunasıyla birlikte bir bütün olduğu mesajını vermektedir. Okuyucudan istediği de, ister avcı, ister yönetici, ister politikacı ve ister çiftçi olsun, dağ gibi düşünmesidir.

Geyik sayısını artırmak için kurtların yok edilmesi, geyik sayısını gerçekten de artırmıştır. Ancak aynı zamanda çoğalan geyikler yaşam alanlarındaki bitkileri tamamen bitirerek erozyonun artmasına ve ekosistemin bozulmasına yol açmışlardır. Yiyecek bulamayan ve sürüdeki hastalıklı bireyleri elenmeyen sürü sonunda yok olma ile karşı karşıya kalmıştır. Sonuçta hem ekosistem bozulmuş, hem de elde edilmek istenen sonuç elde edilememiştir. Leopold’ün “Dağ Gibi Düşünmek” yazısı, kısa olmasına karşın, yaban hayatı yönetimi düşünce sistemini çok derinden etkilemiştir. Önceleri yalnızca insan ihtiyaçları doğrultusunda daha etkin kullanım ilkesi ile yönetilen doğal kaynakların aslında insan da dahil bütün bir yaşam sistemi olarak anlaşılması akımı yani bildiğimiz çevrecilik hareketi doğmuştur. Doğaya her şeyiyle insan için yaratılmış bir sebze bahçesi olarak bakan eski anlayış terk edilmiştir. Her bilimsel gelişmenin temelinde olduğu gibi, ekolojik hareketin de temelinde bu düşünce değişikliği yatmaktadır.

Günümüzde ekolojistler ve yaban hayatı biyolojisi uzmanları daha karmaşık ve kompleks analiz sistemleri kullanmaktadırlar. Bir çok modern yönetim sistemi karmaşık bilgisayar modelleri ile çalışmaktadır ve makro düzeyde atmosfer ve bütün organizmaların da dahil olduğu bir denge düşüncesi ön planda tutulmaktadır.

Bugün neredeyse tüm insan faaliyetlerini etkileyen ve ileride de daha fazla belirleyici olacağı düşünülen ekoloji ve çevre düşüncesinin temelinde, Aldo Leopold gibi, Thoreau gibi düşünürlerin katkısı ve liderliği yattığı kabul edilir. Leopold’ün kitabının başka bir bölümünün başlığı olan “Land Ethic” yani doğa ahlakı, yine kendi tanımıyla; “insan ile doğa arasındaki uyum durumudur”.

Aldo Leopold’ün, “Dağ Gibi Düşünmek” yazısının sonunda dediği gibi;

Belki de dağların çok uzun zamandan bu yana bildiği ama insanın çok az anlayabildiği, kurdun ulumasında saklı anlam budur.”

Mehmet Ekizoğlu


[1] Leopold, Aldo.  A Sound County Almanac: And Sketches Here and There. Oxford University Press: New York,  1949. 

2 Nis 2013

Otizm; yaşamın farklı bir penceresi…


Nisan… Aylardan bahar. Havada baharın müjdecisi kokular, yavaş yavaş açan çiçekler, cıvıltıları ile hayatımıza neşe katan kuşlar, güneşin sıcak ışığına kavuşan dünya. Nisan, ruhumuzu aydınlık günlerde ferahlattığımız ay.
Nisan, 2008 yılından bu yana, dünya üzerinde yaşayan milyonlarca çocuk ve aileleri için çok başka bir anlam daha taşıyor: OTİZM.
2 Nisan, tüm dünyada otizm konusunda farkındalık yaratarak otizmden kaynaklanan sorunlara çözümler yaratmak amacıyla, 2008 yılında Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Otizm Farkındalık Günü” olarak ilan edildi. Her yıl, “Otizm Farkındalık Ayı” olan Nisan ayı boyunca dünya genelinde otizmin sorunlarını ve çözümleri konuşuluyor, araştırmaların teşvik edilmesi ve erken teşhisle tedavinin yaygınlaştırılmasıhedefleniyor.
Oğluşum Nazım Özgün ile otizm labirentine adım attığımız o ilk günden bugüne 8 yıl geçti. Otizmin karmaşık fırça darbeleri yüzünden, hayatımızın yol haritasını yeniden tanımladık. Bazen düşününce sanki otizmden önce bir hayatımız yokmuş gibi hissediyorum. Çok eskiden kendini fanusuna kapatmış ruh bebeğimin, şimdi benimle hayatı paylaşması nasıl bir mucizedir, çok iyi biliyorum.
Otizm, doğuştan gelişen, genetik altyapıya dayanan, karmaşık nörolojik-biyolojik tabanlı bir gelişim bozukluğu. Başkalarıyla etkileşimde bulunmayı engelleyerek bireyin kendi iç dünyasıyla baş başa kalmasına yol açan otizm, genellikle 3 yaştan önce ortaya çıkarak çocukların sosyal iletişim, etkileşim ve davranışlarını olumsuz olarak etkiliyor.
Amerikan Sağlık Bakanlığı verilerine göre bugün dünya genelinde okul çağındaki her 88 çocuktan biri otizm teşhisi alıyor. Otizm erkek çocuklarda kız çocuklara oranla 3-4 kat daha fazla görülüyor, her 54 erkek çocuktan biri günümüzde otizm riski taşıyor. Dünyada son yıllarda şeker, kanser ve AIDS dahil olmak üzere bir çok hastalıktan daha fazla sayıda otizm teşhisi alınıyor.
Ülkemizde sağlıklı istatistikler olmaması nedeniyle, Otizm Platformu’nun öngördüğü verilere göre, tahmini olarak 550.000 otizmli birey ile 0-14 yaş grubunda 150.000 civarında otizmli çocuk bulunduğu “varsayılıyor.” Otizmli bireylerin ebeveynleri, kardeşleri, yakın akraba ve çevreleri de hesaba katıldığı zaman, Türkiye’de her ile yayılmış durumda otizmden etkilenen 2 milyondan fazla vatandaşımızdanbahsedebiliriz.
Otizmin kapısını açmak için ilk önemli adım, erken teşhis. Otizm, yaklaşık bir yaş civarında ilk belirtilerini gösteriyor. Annenin sesi ve gülümsemesi gibi sosyal uyaranlara bebeğin tepkisiz kalması veya tepkilerinde yavaşlık olması, göz teması kurmada zorluklar, motor gelişmede ve taklit becerilerinde gecikme, uyku ve yemek düzeninde sorunlar ilk belirtiler arasında sayılabilir. Çok yaygın bir yanlış kanı, özellikle erkek çocukların geç konuştuğu veya anne/babası geç konuşan çocukların da geç konuşacağı düşüncesi… Ve erken teşhis, otizmli çocuğun gerekli eğitim ve tedavileri alarak hayata katılması için ilk önemli adım.


Eğer çocuğunuz;
Ø  Sizinle ve başkalarıyla göz kontağı kurmuyorsa,
Ø  İsmi söylendiğinde veya çağrıldığında dönüp bakmıyorsa, söyleneni işitmiyor gibi davranıyorsa,
Ø  Konuşmada yaşıtlarının gerisinde kalmışsa, başkaları ile söyleşiyi başlatma ya da sürdürmede belirgin bir bozukluğu varsa, basmakalıp, yineleyici (ekolali) ya da özel bir dil kullanarak garip konuşuyorsa veya konuşması hiç gelişmemişse,
Ø  Gözleri sık sık bir şeye takılıp kalıyorsa,
Ø  Anlamsız gülme veya ağlama krizleri varsa,
Ø  Parmağıyla istediği şeyi işaret ederek göstermiyorsa,
Ø  Oyuncaklara amacına uygun oynamayı beceremiyorsa, yaşıtlarının oynadığı oyunlara ilgi göstermiyorsa,
Ø  Ellerini kanat gibi çırpma, parmak uçlarında yürüme, kendi çevresinde veya eşyalar etrafında dönme, sallanma, çırpınma şeklinde garip ve yineleyici hareketleri (stereotipi) varsa,
Ø  Bir şarkının bir bölümünü tekrar tekrar söylemek, dolapların kapaklarını sürekli olarak açıp kapatmak, ayak parmaklarının ucunda odanın bir ucundan öbür ucuna koşturmak, bazı eşyaları döndürmek veya sürekli sıraya dizmek gibi çeşitli ilgi ve davranış takıntıları varsa,
Ø  Günlük yaşamındaki düzen ve program değişimlere aşırı tepkiler veriyor ve uyum sağlayamıyorsa,
Ø  Kendisine ve çevresine yönelik zarar verici davranışlara sahipse,
vakit kaybetmeden teşhis için uzmanlara başvurmak gerekiyor.
Otizmin tedavisi var mı? Otizm, beş bilinmeyenli bir denklem gibi: Nedenleri tam olarak saptanamadığı gibi tek bir kesin tedavisi de günümüzde “henüz” mevcut değil! Otizm, toplumsal fark, ırk, dil, din gözetmiyor, çocuk yetiştirme biçiminizle veya sosyo-ekonomik koşullarınızla da ilgilenmiyor. Genetik faktörlerin yanı sıra, çevresel koşulların – yanlış beslenme, çevre kirliliği, kimyasal maddeler, yanlış ilaç kullanımı, ağır metaller, aşılarda bulunan bazı koruyucu maddeler vb.- otizmi tetiklediği düşünülüyor.
Otizmde biyolojik tedaviler ile ilgili çalışmalar devam ederken, bugün için kabul edilen en önemli tedavi aracı, erken yaşta verilmeye başlanan yoğun bireysel özel eğitim. Doğal gelişim gösteren her çocuğun kendiliğinden öğrendiği her şeyi, otizmli bir çocuğa özel eğitim yardımı ile öğretmek zorundasınız. Bu durum bazen iğneyle kuyu kazmaya benzese bile, her otizmli çocuk kendine göre bir öğrenme biçimine sahip. Önemli olan, kapıyı açacak doğru anahtarı bulmak.
Bilimsel olarak erken yaştaki çocuk için kanıtlanmış yoğun eğitim süresi haftada bireysel ve grup eğitimi olarak 40 saat. Oysa ülkemizde sosyal güvenlik kapsamında “otizm özel eğitim raporlu” çocuklar içinaylık 6- 12 saat olan özel eğitim süreci, dünya genelinin oldukça gerisinde kalıyor.
Otizmli çocukların mutlaka eğitim sistemi içinde yer almaları gerekiyor. Çünkü eğitim, otizmli birey için her şeyden önce “tedavi” anlamına geliyor. Otizmi diğer engel gruplarından ayıran en önemli fark; erken tanı ve erken bireysel/kaynaştırma eğitimiyle otizmli çocukların sorunlarının büyük bir kısmını aşmaları.
*
Oysa yaşamın gerçeği hiç de böyle söylemiyor size! Oğlum Nazım Özgün ile okul öncesi eğitim, ilkokul ve ortaokul süreçlerinde yaşadıklarımız, ayrımcılık hikayelerinden ibaret.  Otizmli/Aspergerli çocuk, genellikle bilgi eksikliğinden kaynaklanan dirençleri nedeniyle, okul yönetimleri, öğretmenler ve diğer veliler tarafından okulda “istenmeyen çocuk” ilan ediliyor. Kaynaştırma raporlarına rağmen, okul idareleri otizmli kaynaştırma öğrencisinin kaydını almak istemiyorlar. Okul yaşamı esnasında yaşanan sorunların büyük bir kısmını hoşgörü, anlayış ve bilgi yetersizliğinin giderilmesi ile çözebiliriz, yeter ki toplum tarafından yaşamın her anında bizlere dayatılan en büyük “engel” olan ayrımcılığı yok edelim!
Otizmin oldukça karmaşık yapısı, otizmli bireyle birlikte ailesi başta olmak üzere yakın çevresindeki herkesi hayatın tüm evrelerinde etkiliyor. Otizmli bir çocuğun ilerlemesinde en büyük sorumluluk ailelerde, en ağır yük de annelerin omzunda! Otizmden etkilenen bireyin ve ailesinin her şeyden önce yalnız ve ötelenmiş bir hayata mahkum edilmemesi için, özellikle doğal gelişim gösteren çocuk ebeveynlerinin toplumsal yaşamı bizimle paylaşmayı öğrenmeleri gerekiyor.
Oğluşum, benim uğur Böcüğüm, aldığım her nefesin anlamı, yaşam öğretmenim! O’nunla birlikte otizmle mücadele ederken, mutluluğun tek bir bakış veya tek bir kelimeden ibaret olduğunu görme fırsatım oldu. Seslenince dönüp bakması, ağzından tek bir kelime çıkması, ağlayıp öfke krizleri geçirmeden bir tam gün geçirmesi, benimle gezmeye, markete, restorana, sinemaya gidebilmesi, kendini hayatın gündelik akışında veya okul hayatı içinde idare edebildiğini görmek için… yıllarca sabırla bekledim. 
Biz ikimiz,  çok başka bir yerden, büyük bir boşluktan, hiçlikten, sessizlikten, kapalı bir fanusun içinden geliyoruz. Yoku çok, azı fazla, yaşam sevincinin dibine vuran, hayatı farklılıkları ile yaşamayı öğrenmek zorunda kaldığımız bir uçurumun taa en dibinden geliyoruz. Öyle bir yerden geliyoruz ki, “gelmez, düzelmez, hayata katılmaz, konuşmaz, kendini seslendirmez, hayatı anlamaz, anlatamaz, asla paylaşamaz, duygularını gösteremez, hissedemez, arkadaş olamaz, okuyamaz, hiçbir zaman tam öğrenemez, hatta sevemez” demişlerdi… Hepsinin ne kadar boş olduğunu yaşama sımsıkı tutunmasıyla gösteren oğluşumun annesi olmak kadar beni hayatta tanımlayan bir şey yok!
Son 8 yılda ailemiz haline gelen otizm topluluğunun içindeki her otizmli çocuk benim de çocuğum, otizmli anne-babalar ise yoldaşım. Onlardan sadece biri olarak diyorum ki, gündelik hayatın içinde karşılaştığınız ağlayan bir çocuğu yargılayıp, annesine laf etmeden önce bir an düşünün. Çocuğunuzun sınıfında otizmli bir çocuğun da olmasının, farklılıkları yaşayarak öğrenecek kendi çocuğunuza da faydası olacağını lütfen unutmayın.
Her yıl Nisan ayı, Türkiye’de otizm adına yeni umutlar, yeni adımlar demek…
Eğer siz de “Otizmin farkındayım, ama fark etmek yetmez, yaşamı paylaşmak gerek!” diyorsanız,  otizmli çocukların ve anne-babalarının seslerine kulak verin, sesimize ses katın, otizmin bilinirliği ve sorunların çözümü için gönüllü destek verin ki, çocuklarımız hep beraber büyüsün !  
Çünkü her çocuk farklılıkları ile yaşamda yer almayı hak eder!
Nisan Dünya Otizm Farkındalık Ayı’nda yaşamı paylaşan herkese yürek dolusu selam olsun!

M. İrem Afşin
Nazım Özgün’ün Annesi
Gönüllü Otizm Aktivisti

OTİZMİ FARK ET, YAŞAMI PAYLAŞ!
Gönüllü Otizm Kampanyası - Felsebiyat Dergisi & M.İrem Afşin 
"Otizmi fark et, fark ettir! Farkında olman yetmez, yaşamı paylaş! Yaşamı paylaşmak, sorunları paylaşmaktır. Ayrımcılık yapma, otizmliye engel yaratma!"
Kampanya Viral Film

4 Oca 2013

ONLARIN YEM DEĞİL; HABİTATA İHTİYACI VAR

Değerli doğa dostları, Kış geldi, yurdumuzun yaklaşık yarısında karlı havalar başladı. Çulluklar çoktan sökün etti. Seterlerin burunları bayram etti. Bıldırcınlar sıcak ovalarda kendilerini otlu tarlalara ve ılık çalılıklara attılar. Ördekler göllerde, sazlıklarda tıkırdamaya başladı.

Keklikler azalıyor mu?

 Keklikler ise malumunuz, yer yer yurdumuzda yaşanan ağır kış şartlarına maruz kalmaktalar. Sebebi, artık günümüzde hayatta kalabilen kınalı ve çil kekliklerin genelde Orta ve Doğu Anadolu’nun zor erişilebilen dağlarında kalmış olması. Buralarda kış şartları çetin geçiyor. Derelerde ve yamaçlarda metrelerce kar birikebiliyor. Haliyle kışın birçok keklik ve tavşan telef oluyor. Ülkemizde kanatlı sayımı, avlak bazında yapılmadığından, kış öncesi kaç keklik vardı, kaçı avlandı, kaçı kış başında sağ idi, kaç tanesi de bahara çıktı bilemiyoruz.

Ülkemizdeki kekliklerde, bölgeden bölgeye ve sezondan sezona yumurtlama oranı, yumurtalardan sağ civciv çıkma oranı ve bunların sağ kalma oranını da bilememekteyiz. Dolayısıyla “ülkemizde keklik popülasyonu avlanma nedeniyle azalmaktadır” veya “keklikler esas ağır geçen kış şartları nedeniyle ölmektedir” gibi kesin yargılarda bulunamıyoruz.

Uzun lafın kısası, Türkiye’de keklik sayısı artıyor mu yoksa azalıyor mu bilemediğimiz gibi, azalıyorsa bunun neden meydana geldiğini de bilemiyoruz. Ancak bazı yerel ve “kör” tahminler yapılabilir. Bazı yörelerde avlanmadan dolayı keklikler azalırken, bazı yörelerde tarımsal ilaçlar, bazı yörelerde de karlı mevsimler kekliklerin sayısını azaltmaktadır. Kimse hangi sebebin öne çıktığını bilememektedir. Doğru düzgün bilimsel bir sayım ve izleme yapılmadığı sürece de bilebilmek mümkün değildir. Kekliklerin sayısını azaltan ve çoğaltan faktörün ne olduğunu tam olarak bilemezseniz ancak “el yordamıyla” tedbir alabilirsiniz. Bu nedenle MAK Toplantılarında alınan, limitler, bölgesel yasaklar ve tarihlerin hiçbir dayanağı yoktur, yaban hayatı popülasyonları üzerinde hiçbir etkisi de yoktur. Olması da mümkün değildir. Zira avlak bazında limit koymak imkânı henüz ülkemizde bulunmamaktadır ve avlak kontrolü de yapılmamaktadır. Hadi itiraf edelim, doğru dürüst hiçbir kontrol yapılmamaktadır.

 Şu bizim yemleme efsanesi

Bu işi böyle ifade ettikten sonra, şu meşhur “yemleme” meselesine gelelim. Ben vaktiyle “Yemleme Efsanesi” adında bir makale yazmıştım. Bu makalemde yemlemenin yaban hayatına hiçbir faydası olmadığını, dahası zararı bile olabileceğini yazmıştım. Makaleyi o zamanlar yayımlanmakta olan Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğünün “MAVİ YEŞİL” adlı dergisine göndermiştim. İşlerine gelen birkaç makalemi yayımlamış olan dergi yetkilileri, bu makalemi yayına koymadılar. Zaten birkaç ay sonra da dergi yayın hayatını tamamen sonlandırdı. Şimdi uzun uzun bu yemlemenin zararları konusuna tekrar girmeyeyim, isteyen makaleyi(http://mehmetekizoglu.blogspot.com/2008/10/ki-yemlemesi-efsanesi.html)  tekrar okuyabilir.

Yemleme politikacıların yaptıkları şovlar gibi, bizim camiamızın güzel bir şovudur. Bakanlık da aynı şekilde politika yapıyor. Kamuoyunda avcıların itibarını yükseltmek adına yararlı denilebilir tabii ki. Ancak işi bilenlerin nazarında fazla bir kredi getirmediğini de ifade etmek istiyorum. Asıl meselemize de buradan giriş yapmak istiyorum.

Habitat habitat habitat…

Epeyce bir süredir yazılarımda ifade etmeye, öneminin altını çizmeye çalışıyorum. Habitat dediğimiz yaban hayvanlarının yaşama alanları ve bu alanların büyüklüğü ve kalitesi, yaban hayvanlarının hayatta kalma ve çoğalma oranlarında rol oynayan başlıca etkendir. Bu kışın da böyledir, yazın da böyledir. Kuraklıkta da önemlidir, tipi fırtınada da önemlidir.

Yaban hayvanları kışın sıkıntı yaşamaktadır, bu doğru. Ancak yaban hayvanları biyolojik olarak kışa hazırlanmakta ve kışın ya diyetlerini değiştirmekte veya daha önceden vücutlarına depo ettikleri enerjilerini kullanmaktadırlar. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, sülünlerde vücuttaki yağ oranı en yüksek noktasına Ocak ayında ulaşmaktadır. (Kaynak: Beckers, Jesse, Kuzey Dakota Yaban Hayatı Biyologu, Pheasants Forever)

Çoğunlukla tüm yaban hayvanları kış şartlarında hareketliliklerini azaltmakta ve daha az enerji yakmaktadır. Malumunuz, eş bulma, eş için diğer adaylarla rekabete girme, üreme ve yavru büyütme gibi enerji gerektiren işler genellikle kış aylarından arta kalan diğer zamanlarda gerçekleştirilmektedir.

Asıl problem saklanmak!

Kışın yaban hayvanlarını zorlayan en önemli husus, yiyecek bulmak değil, saklanmaktır. Yırtıcılardan korunmak için arazi şartlarını ve bitki örtüsünü kullanan keklik, çil keklik ve sülün gibi yaban hayvanları kışın oluşan yeni şartlarda bu saklanma imkânlarının önemli bir bölümünü kaybetmekte ve yırtıcıların etkilerine maruz kalmaktadır. Kendileri de bizatihi zorluk yaşayan yırtıcılar, bu devrede daha sert avlanmakta ve avlarını zorlamaktadır. Habitat burada önem kazanmaktadır. Zira habitatın bir işlevi, yaban hayvanlarının beslenmesini sağlamak ise, belki de daha da önemli iki diğer işlevi de onlara yuva ve saklanacak yer temin etmektir.

Her mevsim yeşil kalan ağaç ve çalılıklar, sık yapısı sayesinde kar ve soğuğu geçirmeyen ve saklanacak yer temin eden çalılar, makiler bu aylarda sülüngiller için en hayati yerleri teşkil etmektedir. Bu nedenle, yaban hayvanlarının daha yüksek bir oranda kışı geçirme ve hayatta kalma oranını elde edebilmek için en önce biz avcılar tarafından yapılması gereken husus, daha fazla habitatı yaban hayatı için ayırmak ve bu habitattaki yaşam koşullarını yaban hayvanlarına barınak sağlayacak şekilde iyileştirmektir. Buna da biz kendimiz el yordamıyla değil, yaban hayatı biyologlarının yardımları sayesinde yapabiliriz.

Nasıl yapacağız?

Değerli doğa dostları, Yıllardır, ülkemizdeki uygulamalardan artık öğrenmiş olmamız gerekiyor. Sülün salmakla ülkede sülün nüfusu artmıyor. Keklik salmakla keklik çoğalmıyor. Dağlara gidip iki hafta ot atmakla, yol kenarlarına buğday dökmekle bu iş olmuyor.

Nasıl olacak?

Bunu işin uzmanlarına sormamız gerekecek veya azıcık dizimizi kırıp bu işi kitabından öğreneceğiz. Kitabın adı, yaban hayatı biyolojisi… Doğayı en iyi avcılar bilir deyip kendi kendimizi kandırmayacağız. Bakanlığın yaptığı yanlışlara ortak olmayacağız. Habitatı ve habitat çalışmalarını gündemimizde yukarılara alacağız. Yaban hayvanlarının kışını, kuraklığını, suyunu, yuvasını velhasıl her ihtiyacını düşünerek habitat şartlarını iyileştireceğiz. Biraz dersimizi çalışacağız. Herkese iyi bir kış sezonu ve keyifli avlarda rastgele!