"Tabii ki çevre önemli ama ..."
15 Şub 2024
Çöpler Madeni Faciasında Erken Bir Değerlendirme
28 Oca 2024
YABAN HAYVANLARINA İHTİYACIMIZ VAR
Göbeklitepe ve Taş Tepeler
Son yirmi yılda beni en çok heyecanlandıran keşiflerden birisi Göbeklitepe
ve etrafındaki yeni keşifler oldu. İnsanlığın bu bilinmeyen yıllarına ait
karşımıza birdenbire, hem de kendi yurdumuzda çıkıveren bulgular, daha önce
bilinmeyen pek çok noktayı önümüze koydu.
Koydu koymasına da, arkeologlardan antropologlara kadar pek çok bilim insanı, şimdi Taş Tepeler denen bu yerlerde açığa çıkarılan eserler ve bulgular hakkında hipotezlerden öteye geçebilen açıklama getiremedi.
Bunların içinde, T şeklinde kayadan oyulmuş ve her biri 5 metreye varan
yükseklikte ve tonlarca ağırlıkta yapıların bir araya getirilmesiyle
oluşturulmuş çember tarzındaki yapılar en çok tartışmalı olanlardı. Bu T
şeklindeki kayalar üzerinde, yaban domuzu, leopar, tilki, aslan, çeşitli kuşlar,
akrep, yılan gibi yaban hayvanları kabartmaları yer alıyordu. Arkeologlar, bu
yapıların kol ve ellere benzeyen unsurları nedeniyle insanı simgeleyen en eski
yapılar olduğunu düşünmektedir.
Bu yerler birer tapınak mıydı, yoksa ava giden avcıların avdan önce kendilerini cesaretlendirdiği veya avdan sonra heyecanlı öyküler anlattığı yerler miydi? Bu yaban hayvanları kabartmaları onlara kendi güçlerini av için ödünç mü veriyordu, yoksa öyküleri canlandırmada yardım mı ediyordu? Bu sorulara şimdilik kesin yanıtlar veremiyoruz. Taş Tepeler’deki bulguların, insanlığın macerasının bilinen noktalarını en az 4-5 bin yıl geriye götürdüğünü ve tarihin bazı kabullerini değiştirdiğini belirtmekle yetineceğim.
En eski bilgimiz
Buradan benim aldığım bazı derslerden birisi, yaban hayvanları ile insanoğlunun
ilişkisinin, bildiğimiz en eski bilgi olabileceği yönündedir. Onbinlerce yıl
önce yaşayan atalarımız, nasıl ekmek yapılır, bilmiyordu. Buna karşın, herkesi
doyurmak için ne yapılacağını gayet iyi biliyorlardı. O zamanlar yaşayan insan
toplulukları, karşılarında hem tehdit, hem de fırsat olarak duran yaban
hayatını, olabildiğince iyi öğreniyor ve bu kıymetli bilgiyi yeni nesillere
aktarıyordu.
Göbeklitepe’yi inşa eden atalarımızın sadece doğadan ot, ağaç kökü ve meyve
toplayarak beslenen insanlar olmadığı açıktı. Onlar, yaban hayvanları arasında
hangileri yenir; yemek için onları ne zaman ve nasıl avlamak gerekir; bunu iyi
biliyorlardı. Doğada her zaman var olan av-avcı ilişkisi çok kolay bir şekilde
tersine dönebildiği için, grubun
zayıf üyelerini nasıl yaban hayvanlarının saldırılarından koruyacaklarını da
iyi biliyorlardı.
Örneğin, yaban domuzu, doğada çok fazla düşmanı olmaması ve çok üremesi
nedeniyle, eskiden beri insan topluluklarının çevresinde en kolay bulunan temel besin kaynaklarından
biriydi. Bunun binlerce yıl önce de doğru olduğunu, Taş Tepeler’de yaban
domuzunun sıkça betimlenmiş olmasından anlıyoruz. Yaban domuzu, ayrıca oldukça
saldırgan ve azı dişleriyle de tehlikeli bir yaban hayvanı olduğu için atalarımızın
sohbetlerinde çok yer etmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Saygı ve korku
Yerli insanların bilgisi
Bugün de belirli yerli halkların inanışlarında, belirli yaban hayvanlarının
çeşitli güçleri olduğuna ve onlarla bir şekilde ilişki kuran insanların bundan
bir şekilde etkilendiğine yönelik unsurlar bulunmaktadır. Göçebe kabilelerde “ongun”
şeklinde gördüğümüz bu kut hayvanı, Kuzey Amerika yerli toplumlarında belirli
bir ruhu ve gücü temsil eden varlığa dönüşmektedir. Her iki durumda da yaban
hayvanına yakınlık duyan, ondan bir fayda bekleyen ve doğal olarak yaban
hayvanları hakkında pek çok şey bilen insan toplulukları karşımıza çıkıyor. Bu
devirde bile konuştuğum Kuzey Amerika yerlileri, yerli olmayan insanlara
kıyasla yaban hayatı hakkında kat be kat daha fazla bilgiye sahiptirler.
Yaban cahili modern insan
Modern insan yaban hayatından olabildiğince uzaktır. Gökyüzünde gördüğü
kuşların ne tür olduğu; yenip yenemeyeceği hakkında en ufak bir fikri yoktur. Örneğin
ülkemizde insanlar, TV ekranında boynuzlu bir hayvan gördüklerinde, bu yaban
hayvanının, karaca mı, geyik mi yoksa bir ceylan mı olduğunu bilemeyeceklerdir.
Bu söylediğim yaban hayvanlarının birbirinden farklı hayvanlar olduğunu
öğrendiklerinde şaşıracaklarına da eminim. Ataları, bu farklı yaban
hayvanlarını birbirinden ayırıp, bizim de anlayabileceğimiz şekilde halılara dokumuş
olan Anadolu insanının modern çocukları, tavuk gördüğünde korkmaktadır.
Bu sadece kalabalık şehirlerde yaşayan insanlar için geçerli değildir. Köylerde
yaşayan insanlar bile, bir kertenkele türü olan kör yılanı gördüğünde derhal bu
zararsız hayvancağızı öldürmektedir. Vaşak gören veya yüzyılda bir leopara
rastlayan Anadolu insanı, bilgisizlikten kaynaklanan bir istekle bu nadir
canlıları öldürmek için elinden geleni yapmaktadır.
Yabanı bilmemenin tehlikesi
Marketin beyaz et reyonundan alabildiğimiz kanatlı hayvan butlarını, ne
olduğunu merak etmeden evde pişirip yiyebildiğimiz çağda, kazı ördekten ayıramıyor
olmanın getireceği risk ne olabilir? Ormandaki son vaşak ölse, son saz
kedisi vurulmuş olsa, dağdaki son kurt da son nefesini verse, hayatımızda ne
değişiklik olur? Şunun altını hemen çizmem gerekir, küçük ya da büyük herhangi
bir türün bitişi, ekosistem açısından bir küçük kıyamettir. Tüm yaban
hayvanlarının doğadaki yeri doldurulamaz ve yok oluşları, ünlü “kelebek etkisi”
terimiyle ifade edilen birbirine bağlı olaylar zinciri şeklinde bizi ve
gezegenimizi etkileyecektir.
İnsanoğlu doğa ve yaban hayatından koptuğu derecede, sağlığını ve dünyayı
tahrip etmeden yaşayabilme becerisini yitirmektedir. Bizim evrendeki varlığımızı
en çok tehdit eden şeyin, yine kendi türümz olduğunu artık hepimiz kabul
ediyoruz. Yaşam alanını, kısa vadeli kazançlar için bizim gibi yok eden başka
akıllı bir tür bulunmuyor. Ben şahsen bunun ana nedeninin, doğadan ve yaban
hayatından kopuş olduğunu düşünenlerdenim.
Doğa eksikliği sendromu
Ünlü yazar Richard Louv, bu kopuşa “nature deficiency syndrome” (doğa
eksikliği sendromu) adını koyuyor ve eserlerinde bu eksikliğin bireylerde yol
açacağı sonuçlara dikkat çekiyor. Doğa eksikliğinin ve yaban hayatından
uzaklaşmanın kişisel düzeyde bedensel ve akıl sağlığımızı olumsuz etkilediği
artık kanıtlanmış bir olgudur. Bu eksikliğin toplumlarda yol açtığı sonuçlar
ise hala sosyolojik araştırmalara ihtiyaç duymaktadır.
Orman varlığındaki azalma, yaşam alanlarının sağlıksız hale gelmesi, su
kaynaklarının yetersiz ve kirlenmiş olması, tarımsal arazilerin gittikçe daha
fazla ilaç ve kimyasal depolaması, sağlıksız gıdaların yaygınlaşması nedeniyle
ortaya çıkan ve artan hastalıklar gibi sayacağımız pek çok olumsuz gelişmede bizim
kendi yaptıklarımızın sonuçları rol oynamaktadır. Bozkırda hangi yaban
hayvanlarının yaşadığını bilmeyen modern insan, kırları bir ekosistem olarak
değil, müteahhitlik firmalarına bölüştürülmesi gereken alanlar olarak
görmektedir. Balık türlerinin birbirinden farkını ancak balıkçı tezgahında
gören toplumumuz, trol ile avlanmanın balık türleri üzerindeki olumsuz etkisine
sesini çıkarmamaktadır. Avcılığa toptan karşı olan modern insan, bırakamadığı
beslenme alışkanlıklarıyla milyonlarca yaban hayvanının yaşam alanlarının besi
hayvancılığı tarafından tehdit edildiğini veya gıda talebi ve tarımsal üretimin
artmasıyla Güney Amerika ormanlarının daha önce görülmemiş bir hızla yok olduğunu
görmek veya düşünmek istememektedir.
Yaban hayatının iyileştiriciliği
Elbette, binlerce yıl önce, yaban hayvanını alt etmeye çalışan atalarımızın
yaşadığı ilişkiyi yeniden kurmamız çok zordur. Bununla birlikte, yaban ile en
ufak bir bağ kurup bu bağı güçlendirmek, hem kendi ruhumuzu iyileştirecek, hem
de toplum olarak daha doğru tercihler yapmamıza yardımcı olacaktır.
Yaban hayvanları bize faydalı olduğu için veya bize yararlı olduğu sürece orada
olma hakkını elde etmemelidir. Bu gezegeni bitkiler ve yaban hayatı ile
paylaştığımızı ve onların var olma hakkını kabul etmemiz gerekmektedir.
Belki de Göbeklitepe’de T biçimli dev taşları insana benzeten ve sonra da
üzerine yaban hayvanı kabartması yapan atalarımız bize binlerce yıl öteden bir
şeyler anlatmaya çalışmaktadır.
Mehmet Ekizoğlu
Fotoğraflar:
Göbeklitepe fotoğrafları, T.C. Şanlıurfa Valiliği, Haliliye Kaymakamlığı Web Sayfasından alınmıştır.
Beyazkuyruklu geyik fotoğrafı yazara aittir.
18 Oca 2024
YABAN HİNDİSİ
YABAN HİNDİSİ
Bir yaban hindisini
uçarken vuramazsınız. Koşarken de vuramazsınız. Yaban hindisi, duyduğu en ufak
bir seste kaybolur, fark edeceği değişik bir renk veya gözüne çarpan parmak
ucunuz hindinin buhar olup uçmasına yeter.
Amerikalı bir avcının
meşhur deyimiyle; “Yaban hindisi koku alabiliyor olsaydı, kesinlikle alt
edilemez bir hayvan olurdu”. Neyse ki, yaban hindisinin koku alma duyusu,
en azından geyiklerinki kadar hassas değildir.
Yaban hindisinin tek bir
dezavantajlı yanı vardır. Daha doğrusu, yaban hindisinin dezavantajlı olduğu tek
bir dönem vardır: çiftleşme dönemi.
Amerika’da hindinin havası
binbeşyüz!
Eski dünyadan gelen bizler
için hindi, kümeste veya köylerde gezinen, yılbaşında sofralarda olmasına
alıştığımız, eti pek yavan olan, irice bir tavuktur. Kimsenin canı durduk yerde
hindi çekmez. Hindinin yabani olabileceği, ormanda yaşayıp uçup kaçabileceği;
hatta avlanabileceğini pek düşünmeyiz. Aslında, kimse hindi için öyle
adamakıllı oturup düşünmemiştir de.
Yeni dünya dediğimiz
Amerika kıtasında durum böyle değildir. Amerikalılar, Kanadalılar ve
Meksikalılar, hindinin yabani olabileceğini bilir; çoğu yaban hindisi görmüştür
ve pek çoğu yaban hindisinden korkar. Hemingway’in tanımıyla, avcı olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye ayrılan insanların avcı olan kesimi ise yaban hindisine, hayranlık ve sevgi
ile karışık, anlaşılması zor duygular beslerler. Hiç kuş avlamayan ve sadece
geyik avına hevesli olan avcılar dahi, iş yaban hindisine geldi mi, ilkelerini
bir kenara bırakıp kamuflaj ceketlerini giyerler ve ellerinde yivsiz av
tüfekleriyle ormanın yolunu tutarlar.
Hindi, Turkey, Türkiye????
Yaban hindisi, hadi
birazcık bilgiçlik taslayalım, Latince adıyla Meleagris gallopavo, Kuzey
Amerika kıtasına özgü bir yaban hayvanıdır. Aile olarak tavuk, sülüngiller ve
bıldırcın ile aynı aileye mensuptur, ailenin de en irisidir. Evrimini yaklaşık
20 Milyon yıl önce, yine Kuzey Amerika’da bir yerlerde tamamlayan yaban hindisinin
dünyadaki macerası biz insanlarınkinden daha eskidir. Buna rağmen, yaklaşık iki
bin yıl önce, Amerikan yerlileri yaban hindisinin bazılarını evcilleştirmeyi
başarmışlardır. 15nci yüzyılda, bilgiç ayağını Amerika kıtasına basan
Avrupalılar, bu bereketli kümes hayvanını alıp Avrupa’ya götürmekte
gecikmemişlerdir. İşte biz Türklerin ismimizle ilgili milli derdimiz de
buralarda başlar. Evet, hindinin İngilizcesi “Turkey”dir. Sonunda bizim
ülkemizin İngilizce adını değiştirmemize neden olan bu ilginç tesadüfün en
mantıklı açıklaması, dilbilimci Mario Pei tarafından yapılmıştır. Buna göre, ilk
defa İstanbul’dan Türklerden alınıp Fransa ve İngiltere soylularına hediye
edilen Gine tavukları, ya da beçtavuğu, kolaycı Avrupalılar tarafından, alınan
yerin adına binaen “Turkey cock” yani Türk horozu olarak adlandırılmıştır. Daha
sonra Amerika’dan gelen hindiyi gören ve beçtavuğu ile benzerliğinden dolayı fazla
düşünmeyen İngilizler buna da “turkey” deyip geçmişlerdir.
Şimdi, Türkçe’de hindinin
neden Hind ülkesinden geldiği ayrı bir konu, oraya hiç girmeyelim. Bence bunların
hepsi güzel ayrıntılar. Karışıklık oluyor mudur, ben bir kaç gülümseten karışıklığa
denk geldim, ancak hiçbir zaman cennet yurdumuzun adını, olması gereken yerden
farklı bir yere koyana rastlamadım.
Başına ne geldiyse...
Bu isim konusunu
hallettiğimize; veya ertelediğimize göre, gelin şu çiftleşme mevsimine geri
dönelim.
Yaban hindisi kışı
atlatıp, biraz biti kanlanmaya başlayınca, malum, aklı başka yere çalışmaya
başlar. Hayatın döngüsü bu. “Circle of life” dedikleri şey. Erkek
yaban hindisi, çokeşlidir, yani sınırsız flört yeteneğine sahiptir. Genellikle
bir iki erkek yaban hindisi, birbiriyle rekabet halinde dişi gruplarına
musallat olur. Mart ayının sonuna doğru başlayan romantik ilişkiler, Nisan ayının
sonuna veya Mayıs başına kadar devam eder.
BAM!
Evet, o anda patlayan
silah, erkek yaban hindisine aslında saldırdığı genç erkeğin, ve tabii orada
hareketsiz duran dişi hindilerin de, plastik birer kuş olduğunu, belki de ilk
ve son kez öğretmektedir.
Kuzey Amerika’da yaban
hindisi avı sezonu genellikle, çiftleşme dönemi olan Mart, Nisan ve Mayıs
aylarına denk gelir. Bunun nedeni, başka türlü yaban hindisinin dikkatinin
dağılmış bir anını yakalamanın neredeyse imkansız olmasıdır. Yaban hindisi
avında sadece erkek kuşlar avlanabilir ve bu sezon boyunca her avcının,
ortalama bir veya iki erkek kuş avlama hakkı vardır. Erkeği dişisinden nasıl
ayırt ederler? Birincisi ve en önemlisi, erkek kuşların bağrında, aşağıya doğru
sarkan, yaklaşık 20 santimetre uzunluğunda bir tutam kıl-tüy bulunmaktadır.
Buna sakal denir ve bunu gördüğünüzde o kuşun avlanmasının serbest olduğunu
anlarsınız. İkincisi ise daha az güvenilir bir yol olan, yüzünün renginin
kırmızı mavi olmasıdır. Buna pek güvenilmez, zira renksiz derili erkek kuşlar olduğu
gibi, kırmızıya çalan deriye sahip dişi kuşlar da vardır. En sağlam olan yol,
sakalı görüp emin olmaktır.
Yaban hindisi avındaki
sınırlamalar sayesinde, Kuzey Amerika’da hindi populasyonu son derece sağlıklı
bir noktadadır.
Yaban hindisi avı Kuzey
Amerika kıtasında o kadar popüler olmuştur ki, bu amaçla kulüpler,
federasyonlar kurulmuş; hindi avı için ses çıkaran düdükler, “decoy”
denilen mühreler, saklanmaya yarayan gümeler ve özel kamuflaj kıyafetler
geliştirilmiştir. Sadece yaban hindisi tabloları yapan ressamlar bulunmaktadır.
Bu resimler, yaban hindisi habitatının geliştirilmesi için yapılan bağış toplantılarında
açık artırmayla satılmaktadır.
Kuzey Amerika’da, bir
zamanlar aşırı avlanma nedeniyle tükenme noktasına gelen yaban hindileri, sonradan
akıllanan aynı insanlar tarafından geliştirilen koruma programları ile korunmuş;
sayıları artırılmış ve yakalanan hindiler uygun bölgelere tekrar salınarak
çoğaltılmıştır. Günümüzde Kanada ve ABD’de yaban hindisi kontrollü olarak avlanabilmekte;
avcılık bu değerli yaban hayvanının gezegenimizdeki varlığını tehdit
etmemektedir.
Fotoğraflar:
Yaban hindisi fotoğrafları yazara ait olup Kanada'nın Ontario Eyaletinde çekilmiştir.
5 Mar 2014
ABD'DE AVCILIK NASIL?
27 Şub 2014
AMERİKAN KIRLARINDAN NOTLAR – 3
We have talked about the loss of native prairie from extensive plowing and grazing, and the lack of records as to the plant communities that were lost as a result of this. We have also talked about the learning curve our family has experienced on our 161 hectare farm in southwest Wisconsin after having been introduced, however accidentally, to the idea of prairies.
When we first planned to plant a 7.7 hectare field in prairie grasses twenty years ago, we were totally ignorant of the idea that there was once a sea of grasses, up to two meters tall, growing where our farm now is. We did not have the knowledge to see or understand this. Then, in studying how much of what kind of grasses to plant, we learned that flowers made up a significant part of the prairie biome. However, flower seed, being harvested mostly by hand, is very expensive, and we could only afford about a double handful of it. In that handful were 12-14 different kinds of seed. Our land is sandy, and in this field there was an area that would have made an excellent beach. Not much was growing there, so that is where, in our ignorance, we scattered our flower seed.
My wife has wonderful ideas, and she bought a book with colored photographs of many of the most common prairie flowers. We spent enjoyable times looking at it, and wondering how long before some of our seeds produced blooms. The next summer, though, while walking down the drive toward the highway, (our house is a little over a half kilometer away from it) my wife excitedly pointed to a tall plant with a yellow bloom and said, “Cup plant!” It was our first contact with an original (remnant) plant.
We had planted the field in grasses because the farmer who had been renting the land decided he no longer needed it. But he still had cows grazing on our pasture, and continued for another six years, until 1998. We were a bit concerned as to how we would like it with no cows to keep the pastures mowed. Fortunately, we all loved it. Now, if we wanted to go someplace on the farm and there was a fence in the way, we just cut it. At that time, the idea that there might be plants that had survived the cows never occurred to us.
Over the years, we have seen the land try to recover on it’s own. The wetlands in the center of the farm had no flowers in 1972, when we bought it. All you saw were hummock sedges. A sedge is similar to a grass, and this kind makes “hummocks” which are round, third-meter high growths that are like stepping stones over the wet ground. Now, you would never know they were there unless you tripped over one, the flowers are so thick. Every year, flowers continue to expand their coverage.
Before all this happened, I saw one lonely plant I had never seen before. I looked it up, and it was a green rush. Now, they are common. Wetlands, we have learned, have the capabilities to restore themselves from the seeds stored in the soil, the “seed bank”.
We have some areas that have more remnant plants than others. The problem we face there is whether to add seeds or to wait and see what may come up later. Whether to actively “restore” or see what the land can do for itself. In this, time is an element. We have seen some grass plants appear seven years after the last cow grazed there. As a reminder, unlike most European plants, prairie grasses and flowers have very deep roots, up to two meters and more. If they are constantly grazed short, the roots don’t receive the nutrients they need and then they weaken and die.
In restoring the native habitat, the seed bank left in the soil by previous generations of plants is a prime source of new plants. Some seeds can survive for many years. But if a field is disturbed by continuous plowing, which might bring dormant seeds to the surface and convince them to sprout, death would follow with later herbicide spraying or cultivating. This depletes the remnant seed bank and, after many years, there is nothing left.
Your fields in Turkey have been being plowed for several thousand years. Depending on how much spraying your farmers have been doing, some plants may have survived to produce seed, or the field margins may still contain remnant plants to provide a seed source. We have found the latter to be true on our land. Several places have remnant plants growing in the former field edges, next to the adjoining woods.
In our research to learn how to restore the land, we discovered that an essential task is to do a genealogical study of the land. In other word, find out what was there originally, and then try to recreate that set of plants. We have found that, as I said in the first article, plants will live and thrive where they want to live. Planting pine trees where an oak forest once stood may succeed, but not as well as planting oaks. It is also better to plant seeds from the local area, if they are available. This is called using the local genotype, which means seeds that are native to that part of the land. Here in the United States, if we are serious about it, we try to keep our seed sources within 150 kilometers of the planting site. The reason for this is that plants will adjust over eons to local conditions- climate, growing season, etcetera. We have one type of remnant plant growing on our farm, rough blazing star (liatris aspera), that we have also planted when restoring a prairie. We bought the seed from a nursery within the distance from our farm I just mentioned. I did not, however, specify that I wanted only local genotype seeds. These plants bloom later than the ones native to our farm, and I deduce that they came from farther south.
In the case of land such as yours that has been cultivated or grazed for so long, you probably will have to go back to very ancient writings to find descriptions of what was growing there originally. Even in our land, which has only been plowed for 150 years, the plant groupings were forgotten. No one thought to notice (or that it was important) that the native ecosystem was being destroyed. Where there were the best prairie grasses and flowers, the soil was mostly rich and deep, and so valued for crops.
Later, as he was doing research in a library, he came across an account by a country doctor from the mid 1800’s. The doctor was an amateur botanist, and had made a note of all the plants he saw on his rounds, including where they grew. His list of plants that grew under the trees matched the one created by the leader.
This little tale has two points to it- one, plants can be very particular where they want to live and, two, research and observation can tell you which plants to put where.
As to our planting of flowers in the sandy area, I will report that they have done nicely. In later years, I found that, by chance, the ones I selected were all fond of a sandy environment.
24 Şub 2014
AMERİKAN KIRLARINDAN NOTLAR - 2
Yerleşimciler mısır ekmek istedikleri yerde ne yetiştiği ile pek ilgilenmedikleri için, hiç biri yok ettikleri bitki topluluğunun aslında ne olduğunu tespit etme ihtiyacı duymadı. Hayat zaten zordu. Kırlara gelip ilk yerleşen insanların, sadece çatı barınaklarda yaşamış ve ilk kışlarını buralarda geçirmiş olduklarına dair kayıtlar vardır. Çatı barınaklar, toprakla birleşen çatı parçalarında oluşan iki tarafı açık kalan örtülerdir. İnsanlar karlı kışları bunların altında geçirmişlerdir. İyi durumda olanları kendilerine bir araba sığacak kadar bir kulübe ancak yapabilmiştir. Bu durumda da odunlar arasında soğuğun girmesini engelleyecek bir dolgu bulamamışlardır.
Eskiden kalma yazılar, uçan kuşların çokluğundan gökyüzünün karardığından söz etmektedir. Eski kitaplarda özellikle birisinin, yolcu güvercinin sayısı milyonlarla ifade edilmektedir. Sayısı neredeyse sınırsız olduğunda, bu kuşun avcılığı karlı bir iş haline gelmişti. Avlanarak Chicago’da yemek masalarını süslemek üzere paketlenen binlerce kuşun listeleri bulunmaktadır. Bu listelerde kuğular, kazlar, ördekler, yaban hindileri, keklikler ve tabii yolcu güvercini yer almaktadır. Günümüzde yolcu güvercininin nesli tükenmiştir. Kuğulara her yerde rastlanmamaktadır. Keklik ve diğer av kuşları koruma altındadır. Yaban hindileri çiftliğimizin bulunduğu Wisconsin eyaletinde 1800’lü yılların sonunda tamamen yok olmuşlardır.
Kontrolsüz avcılık, aynı zamanda ayı, kurt ve dağ aslanı gibi büyük yırtıcıların da kaybının başlıca nedenidir. İnsanlar bu yırtıcılardan korkmuş ve sürüleri için endişe duymuşlardır. Habitat kaybı ve kontrolsüz avcılık küçük memelilerin ve bazı kuşların neslindeki azalmanın ve bazı türlerin yok olmasının nedenlerindendir. Yırtıcı hayvanların yok olmasının önemli bir sonucu, günümüzde hiç olmadığı kadar bollukta geyik populasyonunun olmasıdır. Yırtıcı ve av arasındaki dengenin bozulmasının çevreyi de olumsuz etkilediği anlaşılmıştır.
I will remind you of the definitions of prairie and savanna. The French were the first Europeans to see the middle part of the North American continent. When they came out of the forest into this seemingly unlimited grassland, they called it a prairie, which means “a grassy meadow”. We kept the word. Prairie grasses are, for the most part, bunch grasses, growing up to two meters in height. There are about 300 different flower species growing with the grasses, blooming in turn from early spring to killing frost. A savanna is a scattered grouping of trees in the prairie, usually oak, that have a separate set of plants that grow only in the open shade.
Our farm is 398 acres (161 hectares) in size. It consists of grasslands, savanna, wetlands, and forest. The only environment we do not have is a body of open water.
When we bought it in 1972, it had been farmed and grazed since 1855. The normal crop rotation in dairy country is three years of corn (which is very hard on the soil), then a simultaneous planting of oats and alfalfa. The oats provide a cover crop for the alfalfa as it gains strength. Then the oats are harvested, and sometimes the alfalfa is strong enough for a cutting at the end of the season. The alfalfa adds nitrogen to the soil, replenishing that which was depleted by the corn. It remains for about three years, until it weakens and is plowed under and again corn is planted.
As you can see, this is very intensive agriculture. Often, the chemical atrazine is sprayed on the corn fields. Atrazine kills weeds and grasses, but not corn. It has been banned in many places, as it can build up in the ground water and contaminate wells.
In the 1800’s, the government of the United States, in order to lure people from the well-settled east, set up a program that would give land to people (called a claim) who would come to the unpopulated lands toward the west and set up farms. All they had to do was prove that they had built a cabin and cleared and farmed the land within a certain amount of time. My ancestors on both my mother and father’s side have done this on the prairie in the states of Kansas and Oklahoma. This program is still in effect today, but Alaska is the only place left that a person can do it.
When the first settlers arrived from the eastern part of the country in the early 1800’s, they did not know what to think of a land without forest. At first, they thought that the land must not be very fertile, since there were no trees growing there. Then they found that the soils were actually deep and rich, but hard to put under cultivation. Along the waterways there were, in fact, large trees, giving way to smaller ones as you approached the open prairie. They solved this problem by girdling the smaller trees (to girdle a tree is to cut it all the way around, through the bark and inner layer of the tree, to deny it nutrients from the roots. Then it will die without sprouting from the base) and then plowing around them for their first crops. They would also use the smaller trees to build log cabins to live in. When we speak of large trees, we mean trees up to a meter or more across.
They did not plow the prairie, as their plows would not cut through the thick mat of intertwined roots that the grasses and flowers had constructed. It was not until John Deere invented the steel moldboard plow in 1855 that it was possible. Then the destruction of the pristine prairie proceeded rapidly.
As the settlers were uninterested in what was already growing where they would like to plant corn, no one thought to make a note of the plant communities they were destroying. Life was hard enough as it was. There are records of people coming to the prairie and living their first winter in lean-to shelters, even though there were deep snows. A lean-to is a structure with a slanted roof all the way to the ground, with two sides covered and the other, high side, open to the air and weather. It is enough to keep the rain and some snow off you. A very fortunate person would live in a log cabin of a size to hold an ordinary car, but there would not be packing between the logs to hold out the wind.
The animals they would see would be rabbits, squirrels, deer, bear, cougars, wolves, foxes, and bison (though most of them were farther west), and many, many birds.
If you did not live in a town settlement, you may not see another human being come by your claim for months at a time. It was a lonely existence, a price many were willing to pay to have land of their own.
Jump now one hundred years to the middle of the 20th century.
The idea and science of ecology is beginning to take hold. Some scientists and lay people start to wonder what was here before Europeans arrived. During this time, more land that had not been cultivated is being brought under the plow. The small remnant prairie plots that do remain begin to elicit curiosity and even awe at their beauty. This recognition led to an understanding of why so many animal and bird species were declining. Along with the loss of the native environment, habitat was lost. Their homes had been destroyed.
Habitat for the native fauna is everything. If the original animals, birds and insects have no place they want to live, they either die out because they cannot reproduce, or they move. Some species are not very particular and therefore do well with a disturbed environment. Others are very fussy. These are the ones we end up losing.
Early writings talk of the sky being dark with birds flying overhead. One in particular, the Passenger Pigeon, was reported in the millions. With a seemingly unlimited supply of wild game, the hunting of it was big business. There are lists of thousands of birds- swans, geese, ducks, turkeys, grouse and, of course, the passenger pigeon, being shipped to Chicago and other places to grace the dining tables. The passenger pigeon is now extinct, the sighting of a swan is remarkable, grouse and other game birds are now somewhat protected. The wild turkey was exterminated from Wisconsin, where our farm is located, in the late 1800’s.
Uncontrolled hunting, of course, was responsible for the loss of the larger predator animals- the bear, wolf and cougar. People were afraid of them, and also were concerned for their livestock. Loss of habitat and hunting were responsible for the decline and sometimes disappearance of small mammals and birds. One remarkable outcome of the lack of predator animals is the great number of deer now present, many more than before. The resulting lack of ecological balance between predator and prey has been shown to be destructive to the environment.
As an example, in the early 1900’s, our president at that time, Teddy Roosevelt, was an ardent hunter and, really, our first conservationist. He was responsible for our first national park. But he did not understand the idea of balance. There was a lovely table land, a mesa, in northern Arizona where he had been hunting deer. He wanted to protect them, so he had all the predator species on the mesa killed. In a few years, the deer population had grown so much they were starving. They had eaten all available plants. Even today, the mesa has not recovered from this destruction.
Humans often think that they can improve on nature, or that the natural order of things
does not need to get in the way of our desires. Nature, in turn, keeps reminding us that this is not so.