24 Şub 2014

AMERİKAN KIRLARINDAN NOTLAR - 2

İlk makalemde, doğal ekosistemin değiştirilmesinden doğan sorunları ve bu sorunları çözmeye çalışırken ortaya çıkan yeni sorunları görmüştük.

Sizlere kır ve savan derken ne demek istediğimi biraz daha anlatmak isterim. Fransızlar, Kuzey Amerika’nın orta kısmını ilk gören Avrupalı olmuşlardı. Ormandan çıkıp neredeyse uçsuz bucaksız görünen otluklara vardıklarında buna kır (prairie) dediler. Bu kelime Fransızca’da otluk anlamına geliyordu. Sözcük kabul gördü. Kır otları genellikle demet halinde görülen otlardır. İki metre uzunluğa kadar büyüyebilirler. Bu otlarla beraber büyüyen yaklaşık 300 farklı çiçek çeşidi vardır ve bu çiçekler baharın ilk zamanlarından don olana kadar sırayla açarlar. Savan ise bu kırda dağılmış ağaç gruplarından oluşan bitki topluluklarıdır. Ağaçlar genelde meşe türleridir ve sadece bu ağaçların açık gölgeleri altında yetişen özel bitki çeşitleri vardır.

Bizim çiftliğimiz 161 hektar büyüklüğünde. Çiftlikte otluk alanlar, savan, sulak alanlar ve orman mevcut. Çiftlikte olmayan tek doğal çevre, açık su kütlesi.

Çiftliği 1972 yılında satın aldığımızda 1855’ten bu yana çiftlikte tarım ve hayvancılık yapılıyordu. Süt hayvancılığı yapılan bu yörede çiftliğin rotasyonla ekilen ürünleri mısır ve aynı anda ekilen yulaf ile yoncaydı. Yulaf, yonca büyüyünceye kadar üst tahılı oluyor ve yoncayı kaplıyordu. Yulaf biçildiğinde yonca büyüyor ve bazen mevsimin sonunda o da biçilecek düzeye gelebiliyordu. Yonca, toprakta mısır ekildiği için azalan nitrojeni dengeliyordu. Yaklaşık üç sene kalıyor ve zayıflayınca yeniden sürülerek bu sefer mısır ekiliyordu.

Gördüğünüz gibi, bu oldukça ağır ve yoğun bir tarımdı. Sıklıkla, mısır tarlalarına atrazine denen kimyasal atılıyordu. Atrazine otları öldürüyor ama mısır bitkisine zarar vermiyordu. Bu kimyasal çoğu bölgede yasaklanmıştı, zira yeraltı sularına karışıyor ve kuyuları zehirliyordu.

1800’lü yıllarda Birleşik Devletler hükümeti, yoğun nüfuslu Doğu eyaletlerinden Batı’ya göçü teşvik etmek için bir program başlattı. Bu programa göre, Batı’ya gelip çiftlik kuran kişilere bu arazilerin mülkiyeti veriliyordu. Yapmaları gereken tek şey, bir kulübe inşa edip çevresindeki araziyi temizlediklerini ve bir müddet ekip biçtiklerini ispatlamaktı. Benim hem anne tarafından, hem de baba tarafından atalarım bunu Kansas ve Oklahoma eyaletlerinde uygulamışlardı. Bu program hala yürürlüktedir, ancak bunu yapabileceğiniz tek yer bugün Alaska eyaletidir.

1800’lü yılların başında ülkenin doğu kısımlarından gelen ilk yerleşimciler bu topraklara ulaştığında, ormansız bir arazinin ne olabileceği hakkında hiçbir fikirleri yoktu. İlk başta hiç ağaç yetişmediği için toprağın verimsiz olabileceğini düşündüler. Sonra toprakların aslında derin ve zengin olduğunu, ancak işlemenin son derece zor olduğunu keşfettiler. Akarsuların olduğu yerlerde büyük ağaçlar vardı ve buradan açıklığa çıkıldığında ağaçlar küçülüyordu. Önce küçük ağaçları kurutarak etrafında ekip biçmeye başladılar. Küçük ağaçları odundan ev yapımında kullanıyorlardı. Büyük ağaç dediğimizde boyu en az bir metre olan ağaçlardan bahsediyoruz.

Ağaçlardan uzak kırları önceleri süremediler. Çünkü kırlarda yetişen otların sert, sık ve sağlam köklerini sürecek sabanları yoktu. Taa ki John Deere 1855 yılında çelik saban takımını icat edinceye kadar... Ondan sonra kırların yok edilmesi süreci hızla ilerledi.

Yerleşimciler mısır ekmek istedikleri yerde ne yetiştiği ile pek ilgilenmedikleri için, hiç biri yok ettikleri bitki topluluğunun aslında ne olduğunu tespit etme ihtiyacı duymadı. Hayat zaten zordu. Kırlara gelip ilk yerleşen insanların, sadece çatı barınaklarda yaşamış ve ilk kışlarını buralarda geçirmiş olduklarına dair kayıtlar vardır. Çatı barınaklar, toprakla birleşen çatı parçalarında oluşan iki tarafı açık kalan örtülerdir. İnsanlar karlı kışları bunların altında geçirmişlerdir. İyi durumda olanları kendilerine bir araba sığacak kadar bir kulübe ancak yapabilmiştir. Bu durumda da odunlar arasında soğuğun girmesini engelleyecek bir dolgu  bulamamışlardır.

Gördükleri yaban hayvanları, tavşan, geyik, ayı, dağ aslanı, kurt, tilki, bizon ve çeşit çeşit kuşlardır.

Eğer bir kasaba civarında yaşamıyorsanız, arazinizin yakınlarında aylar boyunca başka bir insan göremeyebilirdiniz. Bu yalnızlık, kendi arazisinin sahibi olmak isteyen pek çok kişi tarafından ödenmeye hazır bir bedeldi.


Şimdi yüz yıl atlayarak 20. yüzyılın ortalarına gelelim.

Ekoloji bilimi ve düşüncesi yavaş yavaş gelişmeye başlamıştır. Bazı bilim adamları ve diğer ilgilenenler buraların Avrupalılar gelmeden önceki halini merak etmeye başlamıştır. Bu sırada daha önceden sürülmeyen yerler de gittikçe artan bir hızla ekilip biçilmeye başlamıştır. Kalan küçük kır parçaları daha fazla merak ve güzellikleriyle hayranlık uyandırmaya başlamıştır. Kırların tanınması, neden her geçen gün daha fazla hayvan ve kuş çeşidinin yok olduğunu anlamamızı sağlamıştır. Doğal çevrenin kaybolmasıyla birlikte habitat da yok olmuştur. Bu yaban hayvanlarının evi yok edilmiştir.

Yerli yaban hayvanları için habitat her şey demektir. Bir yerdeki hayvanlar, kuşlar ve böcekler yaşamak istedikleri özellikte bir yerleri kalmadığında ya üreyemeyip ölüp gitmekte, ya da başka bir yere göç etmektedirler. Bazı türler çok belirli yaşam alanı gerektirmemekte, dolayısıyla bozulan yaşam alanlarında hayatlarını sürdürebilmektedirler. Diğerleri ise kolaylıkla rahatsız olmakta ve kaybolan bu türler olmaktadır.


Eskiden kalma yazılar, uçan kuşların çokluğundan gökyüzünün karardığından söz etmektedir. Eski kitaplarda özellikle birisinin, yolcu güvercinin sayısı milyonlarla ifade edilmektedir. Sayısı neredeyse sınırsız olduğunda, bu kuşun avcılığı karlı bir iş haline gelmişti. Avlanarak Chicago’da yemek masalarını süslemek üzere paketlenen binlerce kuşun listeleri bulunmaktadır. Bu listelerde kuğular, kazlar, ördekler, yaban hindileri, keklikler ve tabii yolcu güvercini yer almaktadır. Günümüzde yolcu güvercininin nesli tükenmiştir. Kuğulara her yerde rastlanmamaktadır. Keklik ve diğer av kuşları koruma altındadır. Yaban hindileri çiftliğimizin bulunduğu Wisconsin eyaletinde 1800’lü yılların sonunda tamamen yok olmuşlardır.

Kontrolsüz avcılık, aynı zamanda ayı, kurt ve dağ aslanı gibi büyük yırtıcıların da kaybının başlıca nedenidir. İnsanlar bu yırtıcılardan korkmuş ve sürüleri için endişe duymuşlardır. Habitat kaybı ve kontrolsüz avcılık küçük memelilerin ve bazı kuşların neslindeki azalmanın ve bazı türlerin yok olmasının nedenlerindendir. Yırtıcı hayvanların yok olmasının önemli bir sonucu, günümüzde hiç olmadığı kadar bollukta geyik populasyonunun olmasıdır. Yırtıcı ve av arasındaki dengenin bozulmasının çevreyi de olumsuz etkilediği anlaşılmıştır.


Örnek olarak, 1900’lü yılların başında, o zamanlar başkanımız olan Teddy Roosevelt çok önemli bir avcı ve gerçekten ilk korumacıydı. İlk milli parkımızı o kurmuştu. Ancak doğanın dengesini anlayamamıştı. O yıllarda kuzey Arizona’da Başkan Roosevelt’in geyik avlamayı çok sevdiği mesa adı verilen bir yüksekte çok güzel ova vardı. Başkan buradaki geyikleri korumak amacıyla tüm yırtıcı türleri öldürtmüştü. Birkaç yılda geyiklerin nüfusu o kadar çok arttı ki, geyikler açlıktan ölmeye başladılar. Bulabildikleri bütün bitkileri yemişlerdi. Bugün bile mesa bu yıkımın etkilerini atlatabilmiş değildir.

İnsanlar genelde tabiata rağmen ilerleyebileceklerini veya arzularımızın tabiatın düzeninden önde geldiğini düşünmektedirler. Tabiat bize bunun böyle olmadığını hatırlatmaya devam etmektedir. 

Thomas Wedel



ORIGINAL VERSION IN ENGLISH


We have seen in my first article the problems inherent in altering the natural ecosystem   and, concurrently, the problems in trying to restore it.

 I will remind you of the definitions of prairie and savanna.  The French were the first Europeans to see the middle part of the North American continent.  When they came out of the forest into this seemingly unlimited grassland, they called it a prairie, which means “a grassy meadow”.  We kept the word.  Prairie grasses are, for the most part, bunch grasses, growing up to two meters in height. There are about 300 different flower species growing with the grasses, blooming in turn from early spring to killing frost.  A savanna is a scattered grouping of trees in the prairie, usually oak, that have a separate set of plants that grow only in the open shade.
Our farm is 398 acres (161 hectares) in size.  It consists of grasslands, savanna, wetlands, and forest.  The only environment we do not have is a body of open water. 

When we bought it in 1972, it had been farmed and grazed since 1855.  The normal crop rotation in dairy country is three years of corn (which is very hard on the soil), then a simultaneous planting of oats and alfalfa.  The oats provide a cover crop for the alfalfa as it gains strength. Then the oats are harvested, and sometimes the alfalfa is strong enough for a cutting at the end of the season.  The alfalfa adds nitrogen to the soil, replenishing that which was depleted by the corn. It remains for about three years, until it weakens and is plowed under and again corn is planted.
As you can see, this is very intensive agriculture.  Often, the chemical atrazine is sprayed on the corn fields.  Atrazine kills weeds and grasses, but not corn.  It has been banned in many places, as it can build up in the ground water and contaminate wells.

In the 1800’s, the government of the United States, in order to lure people from the well-settled east, set up a program that would give land to people (called a claim) who would come to the unpopulated lands toward the west and set up farms.  All they had to do was prove that they had built a cabin and cleared and farmed the land within a certain amount of time. My ancestors on both my mother and father’s side have done this on the prairie in the states of Kansas and Oklahoma.  This program is still in effect today, but Alaska is the only place left that a person can do it.
When the first settlers arrived from the eastern part of the country in the early 1800’s, they did not know what to think of a land without forest.  At first, they thought that the land must not be very fertile, since there were no trees growing there.  Then they found that the soils were actually deep and rich, but hard to put under cultivation.  Along the waterways there were, in fact, large trees, giving way to smaller ones as you approached the open prairie.  They solved this problem by girdling the smaller trees (to girdle a tree is to cut it all the way around, through the bark and inner layer of the tree, to deny it nutrients from the roots.  Then it will die without sprouting from the base) and then plowing around them for their first crops.  They would also use the smaller trees to build log cabins to live in. When we speak of large trees, we mean trees up to a meter or more across.

They did not plow the prairie, as their plows would not cut through the thick mat of intertwined roots that the grasses and flowers had constructed.  It was not until John Deere invented the steel moldboard plow in 1855 that it was possible.  Then the destruction of the pristine prairie proceeded rapidly.
As the settlers were uninterested in what was already growing where they would like to plant corn, no one thought to make a note of the plant communities they were destroying.  Life was hard enough as it was.  There are records of people coming to the prairie and living their first winter in lean-to shelters, even though there were deep snows.  A lean-to is a structure with a slanted roof all the way to the ground, with two sides covered and the other, high side, open to the air and weather. It is enough to keep the rain and some snow off you.  A very fortunate person would live in a log cabin of a size to hold an ordinary car, but there would not be packing between the logs to hold out the wind. 


The animals they would see would be rabbits, squirrels, deer, bear, cougars, wolves, foxes, and bison (though most of them were farther west), and many, many birds.

If you did not live in a town settlement, you may not see another human being come by your claim for months at a time.  It was a lonely existence, a price many were willing to pay to have land of their own.

Jump now one hundred years to the middle of the 20th century. 

The idea and science of ecology is beginning to take hold.  Some scientists and lay people start to wonder what was here before Europeans arrived.  During this time, more land that had not been cultivated is being brought under the plow.  The small remnant prairie plots that do remain begin to elicit curiosity and even awe at their beauty.  This recognition led to an understanding of why so many animal and bird species were declining. Along with the loss of the native environment, habitat was lost. Their homes had been destroyed.
Habitat for the native fauna is everything.  If the original animals, birds and insects have no place they want to live, they either die out because they cannot reproduce, or they move.  Some species are not very particular and therefore do well with a disturbed environment.  Others are very fussy.  These are the ones we end up losing.

 Early writings talk of the sky being dark with birds flying overhead.  One in particular, the Passenger Pigeon, was reported in the millions.  With a seemingly unlimited supply of wild game, the hunting of it was big business.  There are lists of thousands of birds- swans, geese, ducks, turkeys, grouse and, of course, the passenger pigeon, being shipped to Chicago and other places to grace the dining tables. The passenger pigeon is now extinct, the sighting of a swan is remarkable, grouse and other game birds are now somewhat protected.  The wild turkey was exterminated from Wisconsin, where our farm is located, in the late 1800’s.
Uncontrolled hunting, of course, was responsible for the loss of the larger predator animals- the bear, wolf and cougar.  People were afraid of them, and also were concerned for their livestock.  Loss of habitat and hunting were responsible for the decline and sometimes disappearance of small mammals and birds.  One remarkable outcome of the lack of predator animals is the great number of deer now present, many more than before. The resulting lack of ecological balance between predator and prey has been shown to be destructive to the environment.


As an example, in the early 1900’s, our president at that time, Teddy Roosevelt, was an ardent hunter and, really, our first conservationist. He was responsible for our first national park.  But he did not understand the idea of balance.  There was a lovely table land, a mesa, in northern Arizona where he had been hunting deer. He wanted to protect them, so he had all the predator species on the mesa killed.  In a few years, the deer population had grown so much they were starving.  They had eaten all available plants.  Even today, the mesa has not recovered from this destruction.


Humans often think that they can improve on nature, or that the natural order of things
does not need to get in the way of our desires.  Nature, in turn, keeps reminding us that this is not so.


Hiç yorum yok: