Sabah ezanları okunurken biz dağ yolunu yarılamıştık bile. Üstümüze fazla bir şey almamıştık, keklik avında çok yürümek gerekirdi, bu da hem yorgunluk hem de sıcaklamak demekti. Gün ışıdıkça çiğden kalkan dumanlar sırtları, dereleri mistik bir havaya sokuyordu. Ayağımdaki ayakkabı kötüydü, içine şimdiden yaş almaya başlamıştı. Birazdan sıcak olacağı için aldırış etmiyordum. Sessizlik ve dağların baştan çıkarıcı kokusu beni sanki büyülemişti. Herkes de aynı ruh hali vardı herhalde ki kimseden de ses çıkmıyordu.
Birden kulağımıza gelen sesler bizi hayal dünyasından geri getirdi. Karşı tepeden bir keklik ötüşü geldi. Biraz yukarıdan bir başka ötüş de ona yanıt verdi. Bizler sinmiş nerede olduklarını kestirmeye çalışıyorduk. Tek köpeğimiz de pür dikkat kulaklarını dikmişti.
Ansızın gürültülü kanat sesleri başladı. İlk ötüşün geldiği tepeden karşı tepelere birer ikişer keklikler kalkıp uzun uçuşlarla süzülüyorlar, sonra da düşmüşcesine birden konuyorlardı.
Bu geçiş bitince sıramızın geldiğini anladık. Kondukları yere doğru hızla seyirttik. Aramızdaki gençler önden gittiler, bir sırtı yanlamasına geçerken tüfekler patlamaya başladı. Ne olduğunu göremiyorduk. Birazdan yanlarına vardığımızda tüfeklerini doldururken gördük erkencileri.. Elleri boştu, sevinmedim desem yalan olur. Önden hesapsız ve köpeksiz gidenin hali böyle olur. Fazla hırsı olmamak lazım, diye de kendimize ders çıkardık. Nereye gittiklerini öğrenelim derken, altımızdan da keklikler kalkmaya başladı. Hep birlikte parlayan kekliklere doğru koştuk, ancak kınalılar çoktan derenin karşısına geçmişlerdi bile..
O gün o tepe senin, bu tepe benim, dere dere, çalı çalı o dağları adımladık, gezdik avlandık. Fermalı fermasız bir çok keklik kaldırdık, avlandık. Öğleden sonra sıcak oldu, köpek dağda çalışmakta güçlük çekmeye başladı. Biz de ovaya dönmeye ve bıldırcın bakmaya karar verdik.
Ovada tüm mahsül kaldırılmıştı. Artık işçi falan olmazdı tarlada.. Mahsulün kalktığı yerde yağmurlarla büyümüş ve tohumlanmış otlar vardı. Bunların arası iyi bıldırcın tutardı. Hayvancağız bu boylu otlar altında hem yemlenir, hem de sıcaktan korunurdu.
Burada epeyce bir süre bıldırcın avladık, yorgunluk yavaş yavaş beni sarmaya başlamıştı. Baş ağrısı ve açlık bastırmıştı. Aksilik yanıma ne bir ilaç, ne de yiyecek bir şey almıştım. Avı kestik, döndük. Eve vardığımda hiçbir şey yiyemeden düşüp kalmışım.
Bu anım, pek anlatılacak nitelikte avlar veya avcılık içermiyor. Anlatmamın sebebi, av hikayesiyle okurlarımıza hoşça vakit geçirtmek değildi. Neden avlanırız, sorusuna yanıt aramak için iyi bir gündü. O sıcak günlerde herkes sığınacak yer ararken, deniz kenarlarına, mesire yerlerine giderken biz avcılar neden bu dağlarda, ovalarda kendimizi hasta edercesine koşup duruyoruz? Nedir bizi dağlara götüren? Türküde, “Ben de çıktım bir geyik avına, Geyik çekti kendi dağına” dediği gibi, bizi dağına çeken şey avın kendisi midir? Yoksa başta anlatmaya çalıştığım o mistik denebilecek hava ve ortam mıdır? Belki de hepsi..
Spor, doğa yürüyüşü, doğaseverlik gibi amaçlar bu tutkunun ancak pekiştiricileri olabilir. Ancak avcılık gerçekte bir tutkudan başka bir şey değildir. Tecrübeli avcılar bileceklerdir. Hangi spor sevgisi insanı, herkesin en tatlı uyku zamanında, sabah ezanları okunmadan yatağından kaldırıp buz gibi ovalara, ayaz esen dağlara gitmeye ikna edebilir? Ya da hangi doğa tutkunu, sürekli elinde tuttuğu 3,5 Kg bir ağırlıkla dokuz dağı aştıktan sonra önünden bir kuş parlayınca tekrar bir o kadar yolu daha yürüme gücünü kendinde hissedebilir? Veya hangi trekking grubu, beraberindeki arkadaşıyla, cebindeki parasından tutun da malzemesini, yiyeceğini, giyeceğini velhasıl herşeyini paylaşabilir? Avcılık farklı bir tutkudur.
Son zamanlarda bazı sözde-çevreci gruplardan “avcılığı bırakın, foto-safari yapın” gibi çağrılar alıyorum. Bunlara verdiğim cevaplardaki gibi, biz avcılar foto-safari de yaparız. Hatta av dergilerindeki avcılarımızın çektiği fotoğraflar pek çok doğa dergisinde bulunmayacak cinstendir. Ancak bu bizi avcılıktan alıkoyamaz. Avcı aynı zamanda yanında bir fotoğraf makinesi taşıyabilir, bence taşımalıdır da... Zira avcının doğada rasgeldiği olağanüstü olaylar, bir foto muhabirin karşısına zor çıkar.
Avcılığı spor düşüncesi, zayıflama ihtiyacı, atış sevgisi, et ihtiyacı, silah tutkusu veya doğa sevgisi ile açıklamaya çalışmak bize avcılığın hep bir yönünü gösterir. Eksik olan her bilginin yanlış olacağından hareketle bu tür tanımlama çalışmaları da bizim neden ava gittiğimizi açıklamakta yetersiz kalmaktadır.
Avlanma dürtüsü bizi kravatlarımızı çıkartarak çamurlu yollara, buzlu göllere, dikenli dağlara götürür. Orada daha bir kendimiz oluruz. Başka hiçbir duygu aklımızdan ve gönlümüzden geçmez. Çok yakından tanıdığım bir büyüğüm, ailesindeki, bana göre dayanılmaz sağlık sorunlarına avcılık sayesinde göğüs gerebilmektedir.
Avcı meraya adım atar atmaz değişir. Çünkü orada avıyla birliktedir. Onun olduğu yerdedir. Avcı vuracağı ava önce saygı duyar,sonra onun kişiliğine bürünür, onun olduğu yerde olmanın zevkine varır, onunnefesini solumaya başlar ve av orada başlar.
Köpeği adeta nefes almayı bıraktığı anda, vücudu ani kasılmalar ve elde olmayan titremeler geçirmekteyken avcının da kalbi en üst ritminde atmaktadır. Birazdan kalkacak avından başka bir şeyi duymayacaktır. İşte fotoğrafçılık ileavcılığın farkı buradadır. Fotoğrafını çektiğiniz hayvanla aranızda sadeceteknik bir yakınlaşma vardır. Ancak avcı ile avı arasında kelimelerleanlatılması zor mistik bir yakınlaşma olur. Avcı avlanırken artık avıgibidir ve o noktadan sonra kimin av, kimin avcı olacağı çok da net değildir.Bu husus en çok domuz avlarında belirgindir.Avcılara yöneltilen en büyük suçlamalardan biri de kendi keyifleri için canlıları öldürmeleri olmuştur. Avcılar merhametsiz ve vicdansız mıdır? Bence en merhametli kişiler avcılardır. Burada bu iddiaları ortaya atanlara cevap yetiştirmeye uğraşmayacağım, bunu çok yaptım. Avcının merhameti, avı vurduktan sonra eline alınca ortaya çıkar. Avcı ondan sonra yeniden ava koyuluncaya kadar avcı değildir. Eline aldığı hayvana hayranlıkla bakar. Onu vurduğu için vicdanının derinliklerindeki sızılara bir yenisi eklenir. Ancak bu merhamet hissi bazen avcının atmamasına da sebep olur. Bu nadir de olsa yaşanmıştır.
Bu yakınlaşma ve avcı-av arasındaki etkileşim, bence ava duyulan isteği ve tutkuyu biraz olsun açıklıyor. Yaşlanma, kaza gibi nedenlerle ölmek yerine, şovalye ruhlu bir avcının elinde günün kahramanı olmak, bence av hayvanı için de saygıdeğer bir husustur. Bilhassa trofe avcılığında, avlanan hayvan avcı sayesinde neredeyse bir ölümsüzlüğe kavuşmaktadır. Ruhu, ölen diğer hayvan ruhları arasında özel bir yere sahip olmaktadır.
Ava çıkacak olanlara RASTGELE diyorum. Av günü geceden uyuyamayanları, sabahları tüfek, fişek telaşına kapılanları, meraya varıncaya kadar içi içine sığmayanları selamlıyorum. Yıllar sonra bile bir keklik veya çulluk kalkışının ardından aklı çıkacakmış gibi olanları, ördekler üzerine doğru yakınlaşırken neredeyse soluk almasını bile unutanları selamlıyorum.
Mehmet EKİZOĞLU
Birden kulağımıza gelen sesler bizi hayal dünyasından geri getirdi. Karşı tepeden bir keklik ötüşü geldi. Biraz yukarıdan bir başka ötüş de ona yanıt verdi. Bizler sinmiş nerede olduklarını kestirmeye çalışıyorduk. Tek köpeğimiz de pür dikkat kulaklarını dikmişti.
Ansızın gürültülü kanat sesleri başladı. İlk ötüşün geldiği tepeden karşı tepelere birer ikişer keklikler kalkıp uzun uçuşlarla süzülüyorlar, sonra da düşmüşcesine birden konuyorlardı.
Bu geçiş bitince sıramızın geldiğini anladık. Kondukları yere doğru hızla seyirttik. Aramızdaki gençler önden gittiler, bir sırtı yanlamasına geçerken tüfekler patlamaya başladı. Ne olduğunu göremiyorduk. Birazdan yanlarına vardığımızda tüfeklerini doldururken gördük erkencileri.. Elleri boştu, sevinmedim desem yalan olur. Önden hesapsız ve köpeksiz gidenin hali böyle olur. Fazla hırsı olmamak lazım, diye de kendimize ders çıkardık. Nereye gittiklerini öğrenelim derken, altımızdan da keklikler kalkmaya başladı. Hep birlikte parlayan kekliklere doğru koştuk, ancak kınalılar çoktan derenin karşısına geçmişlerdi bile..
O gün o tepe senin, bu tepe benim, dere dere, çalı çalı o dağları adımladık, gezdik avlandık. Fermalı fermasız bir çok keklik kaldırdık, avlandık. Öğleden sonra sıcak oldu, köpek dağda çalışmakta güçlük çekmeye başladı. Biz de ovaya dönmeye ve bıldırcın bakmaya karar verdik.
Ovada tüm mahsül kaldırılmıştı. Artık işçi falan olmazdı tarlada.. Mahsulün kalktığı yerde yağmurlarla büyümüş ve tohumlanmış otlar vardı. Bunların arası iyi bıldırcın tutardı. Hayvancağız bu boylu otlar altında hem yemlenir, hem de sıcaktan korunurdu.
Burada epeyce bir süre bıldırcın avladık, yorgunluk yavaş yavaş beni sarmaya başlamıştı. Baş ağrısı ve açlık bastırmıştı. Aksilik yanıma ne bir ilaç, ne de yiyecek bir şey almıştım. Avı kestik, döndük. Eve vardığımda hiçbir şey yiyemeden düşüp kalmışım.
Bu anım, pek anlatılacak nitelikte avlar veya avcılık içermiyor. Anlatmamın sebebi, av hikayesiyle okurlarımıza hoşça vakit geçirtmek değildi. Neden avlanırız, sorusuna yanıt aramak için iyi bir gündü. O sıcak günlerde herkes sığınacak yer ararken, deniz kenarlarına, mesire yerlerine giderken biz avcılar neden bu dağlarda, ovalarda kendimizi hasta edercesine koşup duruyoruz? Nedir bizi dağlara götüren? Türküde, “Ben de çıktım bir geyik avına, Geyik çekti kendi dağına” dediği gibi, bizi dağına çeken şey avın kendisi midir? Yoksa başta anlatmaya çalıştığım o mistik denebilecek hava ve ortam mıdır? Belki de hepsi..
Spor, doğa yürüyüşü, doğaseverlik gibi amaçlar bu tutkunun ancak pekiştiricileri olabilir. Ancak avcılık gerçekte bir tutkudan başka bir şey değildir. Tecrübeli avcılar bileceklerdir. Hangi spor sevgisi insanı, herkesin en tatlı uyku zamanında, sabah ezanları okunmadan yatağından kaldırıp buz gibi ovalara, ayaz esen dağlara gitmeye ikna edebilir? Ya da hangi doğa tutkunu, sürekli elinde tuttuğu 3,5 Kg bir ağırlıkla dokuz dağı aştıktan sonra önünden bir kuş parlayınca tekrar bir o kadar yolu daha yürüme gücünü kendinde hissedebilir? Veya hangi trekking grubu, beraberindeki arkadaşıyla, cebindeki parasından tutun da malzemesini, yiyeceğini, giyeceğini velhasıl herşeyini paylaşabilir? Avcılık farklı bir tutkudur.
Son zamanlarda bazı sözde-çevreci gruplardan “avcılığı bırakın, foto-safari yapın” gibi çağrılar alıyorum. Bunlara verdiğim cevaplardaki gibi, biz avcılar foto-safari de yaparız. Hatta av dergilerindeki avcılarımızın çektiği fotoğraflar pek çok doğa dergisinde bulunmayacak cinstendir. Ancak bu bizi avcılıktan alıkoyamaz. Avcı aynı zamanda yanında bir fotoğraf makinesi taşıyabilir, bence taşımalıdır da... Zira avcının doğada rasgeldiği olağanüstü olaylar, bir foto muhabirin karşısına zor çıkar.
Avcılığı spor düşüncesi, zayıflama ihtiyacı, atış sevgisi, et ihtiyacı, silah tutkusu veya doğa sevgisi ile açıklamaya çalışmak bize avcılığın hep bir yönünü gösterir. Eksik olan her bilginin yanlış olacağından hareketle bu tür tanımlama çalışmaları da bizim neden ava gittiğimizi açıklamakta yetersiz kalmaktadır.
Avlanma dürtüsü bizi kravatlarımızı çıkartarak çamurlu yollara, buzlu göllere, dikenli dağlara götürür. Orada daha bir kendimiz oluruz. Başka hiçbir duygu aklımızdan ve gönlümüzden geçmez. Çok yakından tanıdığım bir büyüğüm, ailesindeki, bana göre dayanılmaz sağlık sorunlarına avcılık sayesinde göğüs gerebilmektedir.
Avcı meraya adım atar atmaz değişir. Çünkü orada avıyla birliktedir. Onun olduğu yerdedir. Avcı vuracağı ava önce saygı duyar,sonra onun kişiliğine bürünür, onun olduğu yerde olmanın zevkine varır, onunnefesini solumaya başlar ve av orada başlar.
Köpeği adeta nefes almayı bıraktığı anda, vücudu ani kasılmalar ve elde olmayan titremeler geçirmekteyken avcının da kalbi en üst ritminde atmaktadır. Birazdan kalkacak avından başka bir şeyi duymayacaktır. İşte fotoğrafçılık ileavcılığın farkı buradadır. Fotoğrafını çektiğiniz hayvanla aranızda sadeceteknik bir yakınlaşma vardır. Ancak avcı ile avı arasında kelimelerleanlatılması zor mistik bir yakınlaşma olur. Avcı avlanırken artık avıgibidir ve o noktadan sonra kimin av, kimin avcı olacağı çok da net değildir.Bu husus en çok domuz avlarında belirgindir.Avcılara yöneltilen en büyük suçlamalardan biri de kendi keyifleri için canlıları öldürmeleri olmuştur. Avcılar merhametsiz ve vicdansız mıdır? Bence en merhametli kişiler avcılardır. Burada bu iddiaları ortaya atanlara cevap yetiştirmeye uğraşmayacağım, bunu çok yaptım. Avcının merhameti, avı vurduktan sonra eline alınca ortaya çıkar. Avcı ondan sonra yeniden ava koyuluncaya kadar avcı değildir. Eline aldığı hayvana hayranlıkla bakar. Onu vurduğu için vicdanının derinliklerindeki sızılara bir yenisi eklenir. Ancak bu merhamet hissi bazen avcının atmamasına da sebep olur. Bu nadir de olsa yaşanmıştır.
Bu yakınlaşma ve avcı-av arasındaki etkileşim, bence ava duyulan isteği ve tutkuyu biraz olsun açıklıyor. Yaşlanma, kaza gibi nedenlerle ölmek yerine, şovalye ruhlu bir avcının elinde günün kahramanı olmak, bence av hayvanı için de saygıdeğer bir husustur. Bilhassa trofe avcılığında, avlanan hayvan avcı sayesinde neredeyse bir ölümsüzlüğe kavuşmaktadır. Ruhu, ölen diğer hayvan ruhları arasında özel bir yere sahip olmaktadır.
Ava çıkacak olanlara RASTGELE diyorum. Av günü geceden uyuyamayanları, sabahları tüfek, fişek telaşına kapılanları, meraya varıncaya kadar içi içine sığmayanları selamlıyorum. Yıllar sonra bile bir keklik veya çulluk kalkışının ardından aklı çıkacakmış gibi olanları, ördekler üzerine doğru yakınlaşırken neredeyse soluk almasını bile unutanları selamlıyorum.
Mehmet EKİZOĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder