15 Eki 2007

HOLLANDA RAPORU


Geçtiğimiz Eylül ayında Hollanda’daydım. Aydın ve Büyük Menderes Platformu adına, Hollandalılarca tarafından organize edilen Taşkın Riski Yönetimi ve Avrupa Su Çerçeve Direktifi kursuna katıldım.

17 – 28 Eylül 2007 tarihleri arasından Rotterdam’da gerçekleştirilen kursa ülkemiz DSİ Genel Müdürlüğü, Çevre ve Orman Bakanlığı, Enerji Bakanlığı, İller Bankası gibi kurumların temsilcilerinin yanısıra, Bulgaristan, Romanya, Hırvatistan, Sırbistan ve Makedonya su yönetimi uzmanları ve yöneticileri de katılmışlardı.

Kursta öğrendiklerim nispeten teknik ve anlatması uzun sürecek konular.. Bunların içinde doğal hayatımızı ve neticede tüm avcılarımızı ilgilendiren bazı hususlar var. Bunları maddeler halinde, sizleri sıkmamaya çalışarak özetlemek isterim.

Su Çerçeve Direktifi neleri öngörür?

- AB, 2000 yılında yürürlüğe giren yeni Su Çerçeve Direktifi ile su kaynakları yönetimine entegre ve modern bir yapı getirmiştir. Direktif, su kaynaklarının yönetilmesinde katılımcılığı öngörür ve amaçları şu şekildedir:

1- Sulak ekosistemlerin korunması, geliştirilmesi ve azalmasının önüne geçilmesi,
2- Sürdürülebilir su kullanımının geliştirilmesi,
3- Alınacak önlemlerle sulak alanların korunması,
4- Yer altı suyu kirliliğinin azaltılmasının sağlanması,
5- Kuraklık ve taşkınların etkilerinin azaltılması.

Nehir-için-yer yaklaşımı nedir?

Set inşası, nehir tabanının kazınarak alçaltılması, nehrin daraltılarak arazi elde edilmesi gibi yöntemlerin aslında taşkın ihtimalini artırdığı ve asıl taşkın zararlarını çok büyük oranda artırdığı anlaşılmıştır. Set inşasıyla nehirlerin getirmiş olduğu yük anlamına gelen sedimantasyon artmakta, kısa zamanda nehir tabanı yükselerek hem setler kısa zamanda işlevsiz hale gelmekte, hem de taşkın ihtimali artmaktadır.

Öte yandan setlerin yükseltilmesi, kanallar inşa edilmesi gibi eski yöntemlerin maliyetleri kadar fayda temin etmediği, bilakis risk, tarımsal fayda ve çevresel etkileri nedeniyle ekonomi üzerinde büyük yük oluşturdukları anlaşılmıştır.

Son dönemlerde belirgin hale gelen başka bir etki de doğal taşkın yataklarının yok edilmesiyle topraktaki su oranının düşmesi, böylelikle toprağın irtifa kaybetmesi ve organik açıdan çeşitliliğinin (verimliliğin) azalması olmuştur.

Nehir-için-Yer yaklaşımının temel amacı nehirlerin taşıma kapasitelerinin doğal yollardan artırılarak hem doğaya uygun hale getirilmesi, hem de taşkın ihtimalinin azaltılmasıdır.

Nehir-için-yer yaklaşımının içerdiği bazı önlemler şu şekilde özetlenebilir;

- Nehre yakın ikincil kanalların yeniden inşası veya açılması,
- Taşkın alanlarının genişletilerek taşıma kapasitesinin artırılması
- Varsa, setlerin doğal taşkın alanlarının arkasına çekilmesi
- Doğal taşkın alanında uygun bitki örtüsünün yerleşmesine imkan tanınması
- Köprü, yol gibi suni engellerin genişletilerek nehrin dar boğaz yapmasına engel olunması.

Bu gibi önlemlerin uygun yerlerde kombinasyonlar halinde alınması sonucunda, nehirlerde yüksek su seviyesi yaşanması halinde taşkın ihtimali büyük ölçüde azalmakta ve nehirlerin güvenli akışı temin edilmektedir.

Öte yandan nehirlerin getirmiş olduğu yüksek suların ve besleyici maddelerin taşkın alanlarında ve ikincil kanallarda tutulması sayesinde, çevredeki alanlar hem su açısından, hem de toprağı besleyici maddeler açısından yarar göreceklerdir.

Bu çözümler çevreyle uyumlu ve nehrin ekolojik yapısını restore edici ve biyolojik çeşitliliği artırıcı niteliktedir. Bu önlemleri uygulayan ülkelerde doğal taşkın yatakları ve ikincil kanallar aynı zamanda rekreasyon alanı olarak da kullanılmakta ve gelir getirmektedir.

Nehir-için-yer önlemleri bu bakımdan, bir çok Avrupa ülkesinde ve dünyada pek çok ülkede doğayla uyumlu taşkın koruması tekniği olarak kabul edilmekte ve uygulanmaktadır.

Sonuç

Modern dünya artık sularla oynamayı ve nehirleri, gölleri düşman olarak görmeyi ve onlardan hesapsızca yararlanmayı bırakmıştır. Modern insan suyla dost olma, doğal hayatı eski haline geri getirme amacındadır. Bu ABD’de de Avrupa’da da böyledir. Örneğin Hollanda’da yıllar önce taşkın suları altında kalan bir bölgenin doğal yapısı itibariyle yeniden kurutulmayarak sulak alana ve tabiat parkına dönüştürülmüş olduğunu ibretle izledik.

Ülkemizde, bunları gördüğü halde eski akıl ve bilimdışı uygulamalarını sürdürenler, bunları savunmaya devam edenler hala bulunmaktadır. Bu çevreler mazeret olarak da “ABD ve Avrupa’nın zengin memleketler olduğunu, onların şartlarının bize uymayacağını” söyleyip doğaya düşman tavırlarını devam ettirmek istemektedirler.

Doğa statik bir yapı değildir. Doğaya yapılan tüm müdahaleler bir şekilde geri dönmektedir. Bugün dudak büktüğünüz uyarılar ileride “ben demiştim” şekline dönüşmemelidir. Modern ülkelerin uygulamaları, bilimin ve aklın emridir. Bugün ülkemizde olduğu gibi, mantık dışı, eski kafayla devam ettirilen politikalar daha pahalıya mal olmaktadır.

Vakit geçirilmeden dünyanın gitmekte olduğu istikametin, bizim devletimizce ve kamuoyu tarafından da kavranarak doğru uygulamalara varılmasını bekliyoruz.

Mehmet Ekizoğlu

9 Eki 2007

KÜÇÜK GÖL

Dur biraz daha, sakın uçma!” diye fısıldadı göl ördeğe... “Az daha sabret...” Sazların arasında, kanatlarını titreten yeşilbaş ördek dayanamıyordu. Yaklaşan ayak sesleri ördeğin içinde büyük korkulara neden oluyordu. Göl ördeğin yürek atışlarını bütün benliğinde hissetti. Ördeğin durmayacağını, büyük bir gürültüyle havalanacağını biliyordu. Ondan sonra da bir silah sesi duyulacak ve göl, kanatlı dostlarından birini daha yitirecekti. Bu senaryonun gerçek olduğunu sayısız kere izlemişti. Her defasında da dostu ördeğe “sakın uçma, bekle” demişti. Ama ördeklerin doğası böyleydi. Uçmak zorundaydılar.

Göl pek büyük sayılmazdı. Nehirden kopan bir parçaydı sadece... Ne zaman koptuğunu, nehrin araya alüvyonlarını yığarak ne zaman bu kadar uzakta kaldığını hatırlamıyordu bile.. Küçük göl şimdi nehrin sesini bile duymuyordu. Yalnız çok da ilgisiz değildi. Nehir ona her zaman selam gönderirdi. Nehrin kollarının ovayla buluşturduğu taze dağ kokuları, akıntıyı kucaklarcasına eğilen söğütlerin fısıltıları esintiyle gölcüğe ulaşır ve onu mutlu ederdi. Yerin altındaki çatlak ve sızıntılardan hep hediye sular gelirdi küçük göle...

Küçük göl, nehrin kıymetini bilirdi. Bahar zamanı karlar eriyip, nehre taşınması imkansız taşkın suları geldiğinde, göl bir yolunu bulup imdadına koşardı eski dostunun... O zaman iki eski dost yeniden buluşurlar ve kucaklaşırlardı. Küçük gölcük büyük bir olgunlukla, buyur ederdi nehrin fazla sularını küçücük bedenine... Şişerdi o zaman küçük gölcük... Büyürdü eni boyu. Çevresindeki çamurlu sazlıkları, otlu bataklıkları işgal eder, nehirden aldığı fazla suları bir an önce yutmaya çalışırdı. Kimseye bir zararı olmadan da bu görevini yerine getirip, nehre veda ederdi küçük gölcük... Havalar ısındıkça sularını yavaş yavaş içer ve eski zayıf haline geri dönerdi. Yazın en sıcak ve kurak zamanlarında bu sulara herkesin ihtiyacı olurdu. Göç etmeyen su kuşları, balıklar, sürüngenler, dili damağı kuruyan hayvanlar ve hatta insanlar bile küçük gölcüğü yazın çok severlerdi. Çevre tarlalara kurak zamanda su bile yetiştirdiği olurdu.

İnsanlar gelir, çevresinde piknik yapar, şanslı olanları balık avlardı. Kışın soğuk günlerinde avcılar, buzlu sularda bata çıka köpekleriyle gölün etrafında dolanır, ördek ararlardı.

Bir yaz günü sularını titreten bir gürültülerle sarsılmıştı küçük gölcük... Sazlıkların yanındaki toprak yolda ortalığı inlete inlete kamyonlar ilerliyordu. Kamyonlar göle iyice yaklaşınca geri geri gelmiş ve getirdikleri molozları gölün kenarına yığmaya başlamışlardı. Küçük göl, “Yapmayın, ne olur” dedikçe o gün kamyonlar gitti geldi, her geldiklerinde de daha çok moloz getirdiler ve gölün neredeyse yarısını moloz ve taş toprakla doldurdular.

Küçük göl o günden beri yaralıydı. Sularının önemli bir kısmını, sazlıklarının büyük çoğunluğunu kaybetmişti. Artık ne kadar su gelse de o kısımları dolduramıyor, moloz setlerini aşamıyordu. O günden sonra kötüye gidiş devam etmiş ve insanlar bu sefer moloz yığınlarının üzerine çöp dökmeye başlamışlardı. Şimdi o güzelim ılgın ve söğüt kokusunun yerinde ağır bir çöp kokusu vardı.

Küçük göl olanlar yüzünden kendisinden utanıyordu, hiç suçu olmadığı halde... Artık daha az kuş yuva yapıyor, daha az balık yaşıyordu bünyesinde... İnsanlar da kokudan dolayı gelmez olmuşlardı.

***

Ördek ayak sesleri saz hışırtılarına karışınca daha fazla dayanamadı. Yeşilli mavili kanatlarını suya vurarak açığa çıktı. Gürültüyle sudan havalandı. Gökyüzüne baktı, masmaviydi. Büyük bir gürültü ile bütün gökyüzü karardı.

***

Avcı eskiden beri küçük gölü çok severdi. Yıllar önce avcılığa bu gölde babasıyla adım atmıştı. İlk ördeğini bu gölde vurmuş, bıldırcın ve çulluk avını da bu gölün etrafındaki ılgınlarda ve susam tarlalarında öğrenmişti. İlk aldığı yavru köpeği hep buraya getirmiş, doğanın ve kuşların kokularını ona burada öğretmişti.

Avcı için bu göl kutsal bir yer gibiydi. Gölün kokuları, serinliği, sularının maviliği ona büyük keyif verirdi. Av bulamasa bile köpeğiyle gölün etrafında gezintiye çıkmak ona bütün dertlerini unuttururdu. Gölde bir çok hayvanı görebilirdi. Balıkçıllar, pelikanlar, atmaca ve şahinler, küçük su kuşları, mekeler, su tavukları, toprakta kertenkeleler, sincaplar, bazen bir tilki hep gezilerinde gördüğü olağan şeylerdi.

Epeyce zaman önce göle moloz ve çöp dökülmesine çok bozulmuş ve gidip belediyeye çatmıştı. Belediye başkanı, pişkin bir yüzle gülmüş ve “Ya nereye dökseydik?” demişti. “İstersen senin avluna dökeyim...” Tanıdığı bir milletvekiline dert anlatayım demiş, ondan da “Senin kurt kuş muhabbetiyle bu memleketin işleri yürümez” cevabı almıştı. Onun da yapabileceği bir yere kadardı. Sonuçta memurdu, fazla bir şey diyememişti.

İçinde üzüntüsü, yine de gölü bırakamamıştı. Artık eskisi kadar ördek olmuyordu gölde... Bıldırcınların yaşayacağı yerler de taş toprak dökülünce iyice azalmıştı. Bugün yavru köpeğine eğitim verecekti aslında.

Köpeği gölün kenarına doğru seğirtti. Kuyruğu çılgın gibiydi. Her yeri kokluyor, suya inmekle inmemek arasında kararsız kalıyordu. Onu biraz cesaretlendirmek lazımdı. Bir koku bulduğu anlaşılıyordu. Sazların içine doğru bir taş attı. Köpek taşın gittiği yeri görünce zıplaya zıplaya sazların arasına daldı.

Ördek önce suyun üzerine uçtu, sonra da havalanmaya yeltendi. Avcı tüfeğini çoktan omuzlamış, ördeğin gökyüzüne doğru kanatlarını açmasını bekliyordu. Tetiğe asıldı. Tek atışta ördek havada asılı kaldı. Şapırtıyla suya düştüğünde bu güzel bedende tek hareket bile yoktu.

Avcı köpeğine baktı, köpek kulaklarını dikmiş, büyülenmiş gibi ölü ördeğe bakıyordu. Avcı “al gel oğlum” dedi sertçe...

Köpek avcının komutuyla kendini suya attı. Suda büyük bir güçlükle yüzüyor gibiydi. Ördeği aldıktan sonra ağzını suyun üzerinde tutarak geri döndü. Zarif bir hareketle kıyıya çıktı. Önce bir silkindikten sonra avcıya yöneldi.

Avcı köpeğin ağzındaki yeşilbaş ördeği almaya uzanınca köpeği sırtını döndü. Avcı gülerek köpeğini okşadı, aferinleri sıraladı birer birer... Eline aldığı yeşilbaşa hayranlıkla bakarken köpeği de çevresinde zıplıyordu.

Avcı önce göle baktı, içinden “teşekkür ederim” dedi ördeğini çantasına koyarken... “Korumamız lazım bu küçük gölü” diye düşündü. “Yapabileceğimiz bir şeyler olmalı..”
***

Küçük göl, bir ördeğini yitirdiği için üzgündü ama görünüşe göre bir dost kazanmıştı. “Keşke insanlar hep senin gibi olsa...” dedi göl avcıya...

Avcı yerdeki boş fişek kovanını cebine atarken güneş, bu doğa sevdalılarını selamlayarak ufukta küçülüyordu.

Mehmet Ekizoğlu