29 Oca 2007

SUYA DUA



Söke'de, Çine'de, Germencik'te vatandaşlar yağmur duasına çıkıyor. Kış girdi gireli tek damla yağmur düşmeyen zeytinlikler var. Bilirsiniz, zeytin ağacı esas suyunu kışın alır. İncir de öyle... Dağlara kışın yağmur düşmezse, zirvelere kar yağmazsa ovamızın baharda işi zordur. Toprağın suyu olmazsa sürmeden önce tavı gelmez. Çiftçi bunları bilir. Sabah gün doğmadan kalkar, traktörüne biner, tarlasının başına gider. Çiftçimiz çiftçiliği iyi bilir. Bilir bilmesine de aklının ermediği, gücünün yetmediği şeyler de vardır.

Çiftçimiz tek başına barajlara hükmedemez. Çiftçi tek başına kalkıp DSİ Bölge Müdürlüğüne iş yaptıramaz. Çiftçilerin kalkıp Ziraat Odalarına bile bir şey demesi mümkün değildir, eğer uygun rozetleri yoksa...

Çiftçiye ne kalır? Cuma namazından sonra ellerini açıp Yaradana dua etmek kalır. Benim yaz namaz kurslarından hatırladığım bir kaç şeyden birisi de duanın şartlarıdır. İnancımıza göre dua etmeden önce fiili şartları yerine getirmeniz gerekmektedir. Bu prensip, "Önce deveni bağla, sonra Allah'a tevekkül et" şeklinde özetlenmiştir. Peki biz memleketimizde kuraklığı önlemek için, duadan önce ne yaptık?

En önemli su kaynaklarımız olan Büyük Menderes ve kolları olan Akçay, Dandalaz Çayı ve Çine Çayına nasıl davrandık? Kamyon kamyon kum, kayır ve çakıl alıp suyun tabiatını değiştirmedik mi? Tabanlarına taş döşeyip yeraltı sularının kaynaklarını kesmedik mi? Kenarlarına setler yapıp sulak alan oluşturmasına ve ovanın suyunu desteklemesine engel olmadık mı? Suyu tutan bitkileri söküp, doğal sulak alanları "bataklık" niyetine kurutarak ovanın su tutma yeteneğini azaltmadık mı?

Bunca günahtan sonra, şimdi duaya çıkıyoruz. Allah kabul etsin. Afetsiz versin. Yağmur gelirse de bu sefer yıkıcı sel afetinden koru, diye ayrıca dua edeceğiz. Eh, yukarıdaki günahları işleyince bu sefer sel felaketi kaçınılmaz oluyor.

Bakın, 9 Eylül Üniversitesi Su Kaynakları Yönetimi ve Su Kaynaklı Doğal Afetlerin Kontrolü Araştırma ve Uygulama Merkezi (SUMER) yetkililerinden Sayın Yrd. Doç. Dr. Okan Fıstıkçıoğlu'nun iklim değişikliği konusunda yapmış olduğu bir araştırmaya göre, iklim değişiklikleri ve havzamızdaki su yönetimi böyle devam ederse Büyük Menderes Havzasında 25 yıl içerisinde görülecek gelişmeleri nasıl sıralanmış:

-bölgemizdeki sulama ve kullanma suyunda azalma olacak,
-Doğal bitki örtüsü değişime uğrayacak, birçok bitki türü kaybolacak,
-Sulak alanlarda bozulma, akarsu kalitesinde bozulmalar olacak,
-Orman yangınları çoğalacak,
-Yağışların azalmasıyla tarım arazilerinde kuraklık başlayacak,
-Yer altı suyu düzeylerinde düşüşler olacak (bir çok şehir ve belde olarak yer altı sularını kullanmaktadır)
-Sulak alanlar kurumaya başlayacak ve yöresel iklim değişikliğe uğrayacak.

İbret alanlara...

Tekrar belirtmek gerek... Büyük Menderes Havzasının yönetiminde tüm tarafların katılacağı ve bilimsel yöntemlerin izleneceği bir yönetime ihtiyaç bulunmaktadır. En büyük zarar, çok başlılıktan ve çok mevzuatlılıktan gelmektedir.

Allah afetsiz yağmur versin diyoruz.

Mehmet Ekizoğlu

16 Oca 2007

DOĞAYA VE GENÇLERE ADANAN BİR HAYAT

Geyik Avı

Çok güzel bir sabahtı, güneş küçük tepenin ardından yeni doğmaya başlamıştı. Avcı tepeye doğru yürümeye başladı. Birden tepede müthiş bir görüntü belirdi. Büyük bir geyik tepenin üzerinde güneşle beraber ortaya çıkmıştı. Güneş ışınları geyiğin arkasından süzülüyor ve geyiğn boynuzlarını daha da bir muhteşem gösteriyordu. Yaklaşık 150 metrelik mesafedeydi. Geyik otlamak için başını indirdiğinde avcı yaklaşmaya başladı. Bu sefer geyik tepeden inmeye başladı. Avcı hemen yere eğildi, emeklemek en iyisiydi. Tepenin diğer yamacına geçen geyiği yakalayabileceğini umuyordu. Geyiğin öksürmesini duyuyordu. Önce bir dişi geyik çıktı. Arkasından bir dişi daha ve başka bir erkek geyik çıktı. Avcının beklediği bu değildi. Sonra sekiz çatallı boynuzuyla haremin muhteşem sahibi göründü. Avcı heyecandan yerinden fırlayacakmış gibi atan kalbini bastırmaya çalışarak tüfeğini yavaşça kaldırdı. Yarı otomatik tüfeğini ateşlediğinde geyik olduğu yere yıkıldı.


Değerli okuyucular,

Bu ay sizlere farklı bir insanı, farklı bir avcıyı tanıtmak istiyorum. Farklılığı hem milliyetinden, hem de kişiliğinden geliyor. Yukarıdaki yaşanmış öyküdeki geyiği vuran, Sayın James Cox bir Amerikalı avcı. 70 yaşında olan Cox, İndiana Eyaleti doğumlu. Geniş bir ailede doğan James, daha sonra ailesiyle birlikte İllinois Eyaletine taşınıyor. Üniversiteden muhasebeci olarak mezun olduktan sonra hemen askere yazılıyor ve II. Dünya Savaşının hemen ardından savaş gemisinde Uzakdoğu denizlerinde ve Japonya’da hizmet veriyor.

Denizcilikten sonra çeşitli işlerde çalışan James Cox altı kalp krizi geçirdikten sonra emekli olması gerektiğine karar veriyor ve kendini tamamen doğaya ve gençlere adıyor.

Burada durup Sayın Cox’un avcılığından söz etmek gerek... Cox küçüklüğünde .22 kalibrelik tüfekle sincap avlayarak başladığı silah kullanmayı ve avlanmayı hiçbir nedenle bırakmamış. Sağlığı elvermediği zamanlarda bile ağaçtaki bek yerine çıkıp geyik beklemiş.

Daha geçen ay katıldığı sülün avında, yeterince hızlı yürüyemediği için gruptan ayrılmış, ama tarlanın sonunda durarak ve kaçan sülünlere atışlar yaparak yine de ava iştirak etmiş.

Moose Avı

Kuzeniyle satın aldığı yeni tüfeği denerken hep aklında moose denen büyük Kanada geyiği olduğunu anlatıyor Sayın Cox. “Hedefe yerleştirdiğim moose geyiği resminin üzerine konan çekirgeyi vurunca artık moose avı için hazır olduğumu anlamıştım” diyor.

Kanada’nın Newfoundland bölgesinde moose geyiği, caribou geyiği ve iki de ayı izni alan James Cox, yeni kalp krizi geçirmesine rağmen izinlerini doldurmak üzere yola çıkmış ve hemen rehberiyle kendini av bölgesine atmış. Şansı yaver giden James Cox ilk gün atış yapılabilecek bir moose bulmuş ve tek atışta dev geyiği devirmeyi başarmış. Geyiği kestiklerinde tek merminin kalbi parçalamış olduğunu hayretle görmüşler.

İki gün sonra da caribou geyiği sürüsüne rastlayan Jim Coz burada da iznini doldurarak geyiğini yine tek atışla vurmuş.

Gençlere ve doğaya hizmet

James Cox, uzun yıllardır günlerini avlanarak, habitat kuruluşlarına destek olarak ve gençlere doğayı, avcılığı öğreterek geçiriyor. Kendisi de bir izci lideri olan Cox, izcilerin silah güvenliği, atış eğitimi, doğada hayatta kalma gibi derslerine aksatmadan eğitimcilik yapıyor.

Ulusal İzcilik Liginde de okçu eğiticisi olarak gönüllülük yapıyor. Cox, “insanlara zarar veren silahlar değil, yine insanlardır. Birbirimizin inanışları ve görüşleri ne olursa olsun, saygı duyup birarada yaşamayı öğrendiğimiz takdirde dünyada daha barış içinde yaşayacağız” diyor.

Batı İllinois’te bir çiftliğe sahip olan James Cox, çiftliğini yine doğal yaşam ve gençlerin eğitimi için kullanmaktan kaçınmıyor. Son 10 yılda yaklaşık 1.500 ağaç diken Cox, bu sene de yaklaşık 750 ağacı doğal yaşam için dikmeyi planlıyor. Erozyonun önlenmesi ve sülün ve bıldırcın gibi yaban kuşları için tarlalarını otluk arazilere dönüştürüyor. Bu çalışmalarında hem destek aldığı, hem de destek verdiği kuruluşlar yine avcı-habitat örgütleri. Pheasants Forever adlı örgütün yerel muhasebeciliğini yapan Cox, bunun gibi bir çok örgütün de gönüllü üyesi.

Çiftliğinde gençleri ve çocukları toplayarak onlara çiftlik yaşamını ve orman ve doğa bilgilerini öğretmeyi çok seven James Cox, “avcılığın gelecek nesillere aktarılması için elimizden geleni yapmalıyız” diyor.

Hala ilk günkü av heyecanını içinde taşıyan Sayın Cox, şimdiki hedefinin elk denilen Amerika’da bulunan bir tür geyiği avlamak olduğunu belirtiyor.

James Cox’u tanıdığıma çok memnunum. Ondan silahlarla ilgili, avcılıkla ilgili çok şey öğrendim. Ancak öğrendiğim en önemli şey, başımıza gelen kötü sayılabilecek olayların ilacının, doğada olduğuydu. Sayın Cox, hiçbir zaman sonu gelmeyecek gibi görünen sağlık sorunlarıyla, avcılık tutkusu ve gençlere bir şeyler verebilmenin heyecanı ile başa çıkıyordu.

Mehmet Ekizoğlu

12 Oca 2007

HEM DOĞA HEM ÇİFTÇİLİK OLUR MU?



Değerli dostlar,

ABD'de CRP kısa adlı Conservation Reserve Program adlı tarım ve yaban hayatı korumacılığı programının 20'nci yaşı kutlanıyor.

Kutlamalar çerçevesinde ABD Başkanı George W. Bush, ülkenin tüm eyaletlerinden bu programı destekleyen örnek çiftçileri Beyaz Saray'da kabul etti.

Başkan Bush ile görüşen çiftçiler arasında, benim de tanıdığım Illinois çiftçilerinden Sn. Jeff Martin yer alıyor. Kendisi 6000 dönümlük bir araziyi ekip biçiyor ve tümünü "sürmeden ekme" olarak kısaca tanımlayabileceğimiz yöntem ile hazırlıyor.

Bu yönteme göre, tarlada yapılan hasattan sonra toprak sürülmüyor ve hasat artıkları bahara kadar tarlada kalıyor. Bu şekilde toprağın kendini yenilemesi, karbon dengesini onarması ve besin değerlerini yeniden oluşturabilmesi sağlanıyor.Öte yandan arazi sürülmeden, çizgi şeklinde ekim yatağı açan makinelerle ekim yapıldığı için bu artıklar ertesi yıllara da kalıyor.

Bu şekilde elde edilen en önemli sonuçlardan birisi erozyonun önlenmesi...

Önemli olan bir başka sonuç ise bu şekilde yaban hayatına yeni alanlar açılıyor olması... Canlı toprak, böcekleri ile, kurtçukları ile, hasat artıkları ile geyiklerin, sülünlerin, sincapların, yaban hindilerinin, ötücü kuşların velhasıl tüm yaban hayatının kışın karnını doyuracak bir kaynak...

Sn Jeff Martin, "no-till" tarımı dışında arazilerinin önemli bir bölümünü, CRP kapsamında, hiç ekip biçmeden tamamen yaban hayatına ayırıyor. Ekime elverişli olmayan tarlalar, tarlalar arasında kalan tampon bölgeler, su kanalı kenarları hep bu program için elverişli olabilecek yerler..

CRP kapsamında devlet desteği alabilmesi için sadece ekim yapmaması yeterli değil. Bu arazileri doğal durumuna getirmek için yatırım da yapmak zorunda. Bu nedenle Martin, düzenli olarak otların ve ağaçların durumunu kontrol ediyor. Yeniden ekilmesi gereken yerlere yerli otları ekiyor (biz yabancı ot diyoruz, ne kadar ironik). Zararlı otların ve Amerika'ya özgü olmayan türlerin baskın çıkmaması için belirli dönemlerde yakılması gerek. Kontrollü yangınlar, Amerikan bozkırı için hayati önem taşıyor.

Çiftçinin kazancı ne?

Ekonomik kazancı, tarım için uygun olmayan arazilerini devlete kiralamış oluyor. Kazanç iyi.

Diğer tarlalarını rüzgar ve su erozyonundan korumuş oluyor. Uzun vadeli kazanç.

Yer altı sularını düzenlemiş ve su basmasını ve seli önlemiş oluyor. Uzun vadeli kazanç.

Arazisinde yaban hayatını artırmış oluyor. İster avla, ister parayla avlat, ister seyret.

Üstteki fotoğraf Sn Martin'e ait arazilerin nehir kenarındaki kısmını gösteriyor. Bu kısmın CRP kapsamında ayrılmasıyla yılın belirli zamanlarında sulak alan, yaz ve güz aylarında ise oldukça geniş bir kır elde edilmiş.

Buraya her gittigimizde onlarca sülün, en az iki üç geyik ve en az bir tane Coyote (Bayır kurdu) gördük.

ABD, yaban hayatının ve habitatın insan hayatının kaliteli olarak devam edebilmesi için arz ettiği önemin farkına varmış.

Aynı anlayışı ülkemizde de görmek istemekle çok mu fazla istemiş oluyoruz?

Mehmet Ekizoğlu

8 Oca 2007

AVYABAN VAKFINA TEŞEKKÜR


Av ve Yaban Hayatı Vakfı bugüne kadar diğer yaban hayatı sorunlarına olduğu gibi, Bafa Gölü sorunununa da çok duyarlı yaklaştı. Son olarak Gölde meydana gelen balık ölümlerini yerinde inceleyen Vakıf yetkilileri, DSİ'nin "mevsimsel alt-üst" komedisine son vererek, Bafa Gölündeki olayın sorumlusunun DSİ olduğunu açıkladı.


Vakıf sitesinde konuyu her zaman güncel tutarak takip etti. Görüşlerime de zaman zaman yer veren Vakfa teşekkür ediyor, yaban hayatını sahiplenmelerinden dolayı kutluyorum.


Mehmet Ekizoğlu

5 Oca 2007

TOPRAK VE SANAYİ




"Vatan toprağı elden gidiyor demekle olmuyor (!)"

Çevre Düzeni Planına tepki veren Sn Ercan Çerçioğlu böyle demiş. 100 dönüm üzerinde sanayi yapan Sn Çerçioğlu, "100 dönüm toprağım olsa kaç kişiyi beslerdim?" diye sormuş. İlk bakışta argümanlar çok akla yatkın görünüyor. İnsanın bütün topraklarını Sn Çerçioğlu'na verip "al bunları da sanayi yap" diyesi geliyor. Öyle ya, 100 dönüm toprakta bunca adam çalıştıran sanayiciler, bütün ovayı Organize Sanayi Bölgesi olarak alsalar, kimbilir kaç kişi çalıştırırlar? Muhtemelen yurtdışından işçi getirmek zorunda kalırdık.

Oysa ki durum böyle midir? Gerçekten de varımızı yoğumuzu sanayi çarkının dişlerine mi atmalıyız? Gelecek, daha fazla sanayi bölgesi kurmakta mı?

Toprak kullanımı ile ilgili istatistiklere baktığımızda, ülkemiz arazisinin ancak %35,6'sının tarım yapılan araziler olduğunu görüyoruz.

Bunun içinde verimli olarak nitelendirilen, sulanabilen I. ve II. sınıf tarım arazilerinin payı daha da düşük... Ülke yüzölçümünün yalnızca %15'i verimli tarım yapmaya müsait.. Yani Aydın Büyük Menderes ve Çine ovaları gibi verimli ovalar açısından ülkemiz pek fakir.. Yani sanayinin gidip kendine bulması gereken, ülkenin üçte ikisi, hadi bilemediniz yarısı kadar müsait arazi dururken, elimizde kalan bir avuç sulanabilir verimli toprağımıza göz dikiyor.

100 dönüm tarlayla 100 dönümlük fabrika alanını karşılaştırmak ne kadar doğru olur? Hani bu 100 dönümlük tarlanın alternatif maliyeti? Hani yatırım maliyeti? Hani enerji maliyeti? Hani çevresel maliyetler? Bu fabrikanın katı, sıvı ve gaz atıkları nereye gidiyor?

OSB Aydın Şube ve Ortaklar OSB Başkanı Ercan Çerçioğlu’nu dinleyenler bütün Aydın ilini OSB ile doldurmak heyecanına kapılmış olabilirler ama geleceğe yönelik plan yapmak sadece arsa+yatırım=istihdam denklemini kurmak değildir. Bu denklemi iyi kurmayanlar bugün Denizli'yi ülkemizin en kirli şehri haline getirmişlerdir. Daha önce bir yazımda da değindiğim gibi, Aydın ve Denizli arasında, hayat standardı açısından çok da büyük farklılık bulunmamaktadır.

Aydın'da "patlayacağı" düşünülen sanayi ve OSB'ler için I. sınıf tarım arazileri, geri dönülemez bir şekilde feda edilemez. Tarım yeniden kitleleri besleyen bir uğraş haline getirilebilir. Ailelerin hasattan sonra düğünler yaptığı, oğluna araba aldığı günler çok geride değil... Bu tekrar sağlanabilir. Ancak I.sınıf verimli tarım toprağımızı sanayiye kaptırırsak, bunun sonuçları ağır olacaktır.

Çevre Düzeni Planı çok mükemmel olmayabilir ancak ülkemizde yaygınlaşan "toprağa hücum" son bulmalıdır. Yetkililer ve sivil toplum kuruluşları biraraya gelerek Planı görüşebilirlerve görüşmelidirler, ancak Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Yasası ile korunan toprağımız arada kaynamamalıdır.

Mehmet Ekizoğlu

4 Oca 2007

THE STORY OF THE LAST RABBIT


I watched the rabbit climbing over the next hill with my gun on my shoulder. The black fur on his back made him seem more beautiful to me—it meant he was an old boy. The rabbit was far away when he jumped up. If I shot, I might be able to kill it, if I was a little lucky. But, more likely, I would cripple the animal, producing nothing except pain for the poor rabbit. I lowered my gun.


Looking around me, I saw pine trees on the hills left with only their largest branches, their needles consumed by herds of sheep and goat. Overgrazing by livestock had left no grass on the ground. Small, muddy paths running up and down the hills were full of tracks, but none of the tracks belonged to wildlife. There were no trees or bush left in the areas close to the villages. We wondered what the last rabbit ate. We walked over the hill and turned back, but saw nothing but muddy cow paths. When we came back to original spot, the rabbit jumped up again. Again, the smart animal was far away, at the edge of my shotgun’s range. I shouldered the gun half-heartedly, but then lowered it. I did not want to kill that survivor rabbit.

My heart pounded as my gaze fell on distant bushes and grassy slopes. There, we thought, we would find more rabbits, and also chukars. In their winter color, the bushes looked like brass trees. But when we reached them, we realized our hopes for rabbits and chukars were only an illusion. Farmers had cut the trees, to get more acres to farm. Every year, more trees and more land were being transformed from wild areas, where wildlife could live, to eroding farm land. The trees we saw from a distance were the last survivors, and they were awaiting their fate.

Anatolian farmers cut all the trees surrounding their villages first. They transformed the prairie and woods into farmland. Now, with the help of the latest technology, such as big tractors, they are trying to destroy the natural habitat they were not able to reach before. The land where once chukars, rabbits and robins lived now becomes fields to grow food for city dwellers, who are not aware of what has been lost. We found no chukars or rabbits in the bushes on that slope.

Turkish hunters have not yet learned the meaning of "conservation." Hunters and villagers together wiped out the chukars and rabbits from those mountains, where once they were abundant, by killing them in the wrong seasons, without limits. They collected wild bird eggs just to eat for breakfast. This is how the wild voices disappeared from the Anatolian mountains.


Mehmet Ekizoğlu